2017'de Viyana'ya gittiğimizde arkadaşlarımızla dolaşırken hava çok soğuk diye rastgele bir kafeye girmiştik. Mahalle arasında hiç turistik olmayan eski püskü bir kafeydi. Masalar sandalyeler zaten eski, duvarlarda retroluktan kitsch'liğe terfi etmiş resimler, ellerimizde bulaşık makinesiz zamanları hatırlamaktan başka özelliği olmayan dümdüz fincanlarla otururken hiçbir estetik kalitesi olmayan bu mekanı çok güzel bulduğumu farkettim. Kendimi bir an o mahallede yaşayan biri gibi hayal ettim ve muhtemelen gençken arkadaşlarımla, çocukken de ailemle o kafeye gittiğimi; hatta benden önce annemle babamın da benim yaşlarımdayken o kafede takıldıklarını hayal ettim. Benim için hayal olan, o mahallede yaşayanların bir kısmı için gerçekti muhtemelen. Ben ise, İstanbul'daki mahallemde yeni açılan mekânlara bakarken "Burası bundan önce kafeydi, ondan önce de büfe gibi bir şeydi. Bir ara da galiba ganyan bayii olmuştu" gibi dandik tarihçeleri düşünüp üniversitedeyken bi
“In vino veritas” demişler Latince’de. Muhtemelen rakıyı bilmediklerinden. Rakıyı bilmiyorlarsa Zeki Müren’i hiç bilmiyorlardır. Zeki Müren’i ve rakıyı bilmediğin bir hayatı yaşamanın ne gereği var ki zaten? Son bir senedir yaşlanmak üzerine düşünüyorum. 30 yaşıma geldiğimden beri yani. O kadar ki 30. doğum günümle birlikte anılarımı yazmaya başladım. Sonra kalp krizi geçirince durdum ama o başka bir konudur ve başka bir yazıda anlatılmalıdır. Anılar benim için çok önemli. Hayatı yaşamamın asıl amacı anı biriktirmek diyebilirim. Anlatmaya değer hikayelerin yoksa yaşamanın ne gereği var ki zaten? Ahmet Amca’nın kitabını bitirdim geçen gün: Beyler Sokağı . Ahmet Amca bir kalp krizi sonucunda vakitsizce aramızdan ayrıldığında ben henüz kalp krizi geçirmemiştim. Onun ölümünün hemen ardından Çeşme’de, sonrasında da Moda’da hakkında o kadar çok anı ve hikaye dinledim ki; “Keşke” dedim “benim de öldüğüm zaman hakkımda bu kadar konuşacak, anılar anlatacak dostlarım ve anlatmaya değecek