Ana içeriğe atla

Filmekimi ilk gün:
Looking for Eric ne de güzelmiş...

Malumunuz, Filmekimi başladı dün itibariyle. Bendeniz de, "Hastasıyım film festivallerinin" nidasıyla ilk günden iki filmle yaptım kendi açılışımı. İzninizle bu iki filme dair izlenimlerimi sizlerle paylaşmak isterim.

İlk filmimiz Duncan Jones'un yazıp yönettiği Moon isimli bilimkurgu. -bilimkurguyla ilişkisini yıllar önce kesmiş olanlar dilerlerse bu noktada ikinci fotoğrafa kadar scroll down yapabilirler.-

Filmin konusu kısaca şu: Kahramanımız Sam Bell'in Ay yüzeyinde enerji toplayıp bu enerjiyi dünyaya gönderen Lunar Inc. isimli bir şirketle üç yıllık bir sözleşmesi vardır ve görevi Ay yüzeyindeki üste tek başına yaşayarak araçların düzgün çalışmasını sağlamak, gerektiğinde bakımlarını yapmaktır. Film, Bell'in sözleşmesinin bitmesine 2 hafta kala başlar ve olaylar gelişir.

Film, son dönemlerin ana akım bilimkurgu yapımlarındaki görsel efekt ve patlamalarla süslenmiş olan bayağılığın aksine, $5 Milyon'luk mütevazı bütçesinin -Karşılaştırma yapabilmek için geçen yazıda bahsi geçen bilimkurgu filmi Surrogates'ın bütçesinin $80M olduğunu belirtelim- her cent'inin hakkının verildiğini gösteren yapım kalitesiyle dikkat çekiyor, zira sayısı sınırlı olan görsel efektler gayet uygun noktalarda ustalıkla kullanılmış. Çekimler ve senaryonun yapısı, tek mekanda tek oyuncuyla geçen filmin ritmini sonuna kadar koruyor. Sam Rockwell ise lezzetli oyunculuğuyla, izleyiciyi hızlı ve pürüzsüz bir şekilde Sam Bell'in yalnızlığına ortak ediyor.

Kısacası Moon, 2001 tarzı, hikayenin ve karakterin ön planda olduğu eski usül bilimkurgulardan hoşlananların -bence- ziyadesiyle seveceği, bilimkurguyla arası çok hoş olmayanların bile keyif alabileceği bir kalitede olmuş. Bol patlamalı bilimkurgu hayranlarının zevk alabileceğinden şüpheliyim... -Bu arada, Jones da David Bowie'nin oğluymuş, konuyla alakası sınırlı olsa da belirtelim yine de (: -

Looking for Eric

Gelelim dünün ikinci filmine. Looking for Eric, bir Ken Loach filmi. Ken Loach kimdir diyenlere hızla geçelim: 73 yaşındaki İngiliz yönetmen, gerçekçi tarzda çekilmiş sosyal içerikli filmleriyle tanınır. İngiltere'de sosyal içerikli dediğiniz zaman elbette ki, işçi sınıfı, kaçak göçmenler vb. gibi konulara eğiliyorsunuz doğal olarak. Bunu yaparken de asla duygu sömürüsüne bulaşmayan, şov yapmaktan imtina eden, bilakis modern anlatı tarzlarını başarılı bir şekilde kullanarak seyir zevkinin bir an bile düşmediği keyifli filmler çeken adamdır Ken Loach.

2007 yapımı filmi It's a Free World'ü, iki sene önce Antalya'da, Altın Portakal'da izlemiştim. Bir kadının, kaçak göçmenlere iş bulmak vasıtasıyla, kendi hayatını sürdürme mücadelesinin anlatıldığı bir filmdi.

Looking for Eric ise tam bir erkek filmi, futbol eksenli. Hayat futbola benzer metaforunu filmin merkezine alıp ince ince, büyük bir keyifle işliyor. Maçın son on dakikasına yenik durumda girmiş bir erkek var perdede. Yenilgiyi gururuna yediremiyor ama bir taraftan da takım dağılmış. İşte o esnada bir şeyler oluyor: ben diyeyim oyuncu değişikliği, siz deyin futbolun mucizesi, Eric Cantona oyuna giriyor ve dengeler değişiyor...

Filmi o kadar büyük bir keyifle izledim ki, dün akşamdan beri "2009'da izlediğim en iyi film" ünvanını aylardır öve öve bitiremediğim Okuribito'ya değil de Looking for Eric'e mi versem diye düşünüyorum. Yönetmen Ken Loach olunca yapım kalitesi ve çekimler hakkında zaten söylenecek bir söz kalmıyor bana. Hikaye desen son derece samimi, bir o kadar da sürükleyici. Cantona'nın kahramanımızın hayatına dair yaptığı yorumlar ve verdiği taktikler ise filmin keyfine keyif katıyor. Filmin belki de en güzel diyalogu kahramanımızın Cantona'ya sahadaki "En güzel an"ı sorduğu diyalog: "It wasn't a goal. It was a pass. A gift. Like an offering to the Great God of Football."

Bu film hakkında daha uzun yazmak isterim aslında. Ama uzattıkça filmin güzelliğine gölge düşüreceğimden endişeleniyorum. Şu son iki paragrafı yazmamın bir saatten uzun sürdüğünü belirtirsem, göstermeyi arzuladığım özeni anlarsınız diye umuyorum ve sizi Looking for Eric'in fragmanıyla baş başa bırakıyorum...

“When the seagulls follow the trawler, it is because they think sardines will be thrown into the sea.”

Yazının yazılması süreci boyunca desteklerini esirgemeyen Deniz, Berivan ve Demet hanımlara teşekkürlerimi sunarım.

Yorumlar

  1. elindeki filmleri galatasaray lisesinin dev kapısının arkasına bırak 7:30da bu akşam. ağaçlara doğru savur, gidip oradan alıcam.kimseye görünme, polise haber verirsen yaşamın tehlikeye girer !

    YanıtlaSil
  2. GSL'nin dev kapısı, dev bir Renault reklamı ile kapanmış durumda ): Başka bir nokta belirlemen lazım...

    YanıtlaSil
  3. sen savur ben alırım.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder