Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ocak, 2008 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

25'inden gün almaya başlayan gencin hayatından 2 kesit

Bugün değişik iki hadise oldu. Anlatayım bakalım... İlki sabah oldu, kalktım, bir duş aldım, sonra tekrar yatağıma çekildim, derginin provasını almıştım dün matbaadan onu incelemeye devam ettim, bir hata buldum, işaretledim, matbaayı aradım, okulda olmadığımı söyledim, provayı geri almak için kuryeyi eve göndermelerini rica ettim, beni kırmadılar. Kuryeyi beklerken bilgisayarımı açtım, maillerime baktım, ilginç bir mail gelmiş, Kore Seul'deki Kookmin Üniversitesi Moda Tasarımı bölümünden. Benim de ilk tepkim "Ne alaka lan?" oldu hâliyle. Meğer burada adamlar Seoul Fashion Center için "Regional Lifestyles in the World" konulu bir veritabanı hazırlıyorlarmış ve söz konusu bölgelerden bir tanesi de Finlandiya imiş. Benim flickr sayfamdaki Finlandiya fotoğraflarımın da oranın yaşam tarzını gayet iyi yansıttığını düşünmüşler ve bu veritabanında fotoğraflarımı kullanmak için de izin istemişler. Zaten o sayfadaki fotoğraflarımda copyright olayı yok, Creative Common

Think where man's glory most begins and ends,
And say my glory was I had such friends. *

Bilen biliyor, pek tadım yok şu sıralar -biliyorum, "şu sıralar" lafı biraz muğlak oldu (: - . Yaşamaktan da keyif aldığım söylenemez. Nejat Yavaşoğulları da o karga gibi sesiyle "Yaşamaya mecbursun" diye bağırıyor ama sebebini söylemiyor. Bir öğrensem rahatlayacağım ama... Her neyse, ben günlerimi "Yaşamımın tekrar bir anlamı olacak mı?", "Bir gün eskiden olduğum kadar keyifli bir insan olabilecek miyim?", "Amerikan senaryo yazarlarının grevi ne zaman bitecek?" gibi sorularla geçirirken yaş geldi 24 oldu. Sessiz, sakin ve olaysız bir şekilde bu durumu göz ardı etmeyi düşünüyordum, ama arkadaşlarım pek izin vermediler. Benim varoluşumu olumlu bir çerçevede değerlendirenler hâlâ varmış demek ki (: Başta dün akşamı "A night to remember" kategorisine yollayan arkadaşlarım (ve abim) olmak üzere, dün çeşitli sebeplerle yanımda olamasa da telefon, SMS, e-mail yollarıyla doğumgünümü kutlayan arkadaşlarıma, takvime yanlış bakıp al

24

24 may refer to: 24 (number) The years 24 BC or AD 24 24 (TV series) 24: The Game 24 Minutes , an episode of The Simpsons, a spoof on 24 Math 24 , also 24 Game , a card game The Stampfli Express , a sport rowing boat for 24 oarspersons The alias and stagename of Dublin DJ Paddy Flynn. 24 (song)

Anakin Skywalker ile Obi-Wan Kenobi arasındaki 7 fark

Birtakım kendini bilmezler , hâlâ Obi-Wan Kenobi'nin ne kadar büyük bir Jedi Şövalyesi olduğunu anlamadığından böyle bir yazı yazma ihtiyacını hissettim. Filmleri (Star Wars) izlememiş olanlar okumasın diyeyim, zira yazı spoiler içerir. Anakin sabırsızdır, korkar. Korkusu öfkeye, öfkesi nefrete dönüşür, kendi kendini yakar. Obi-Wan sabırlıdır, sakindir. Zamanla bu bilgeliğe dönüşür, son nefesine kadar -ve sonrasında da- bilgeliğini paylaşmaya çalışır. Anakin "Seçilmiş kişiyim lan ben" gazına gelir, Jedi Code falan sallamaz, şımarıktır, laf dinlemez, kendisine bir görev verilse illaki kıllık yapar, yapmaması gereken şeyleri yapar. (Naboo'ya gideceğine Tatooine'e gider, kalkar Dooku'ya tek başına dalmaya çalışır [EP II], oturup bekleyeceğine İmparator'un yanına koşar vb.) Obi-Wan gerek diplomaside gerekse ışın kılıcında nicesinin eline verecek kudrette olmasına karşın bir dakika şımarmaz. Bir görev verilse gider, halleder ve döner (Padmé'yi korur, Kl

Bryggen (Bergen)

Originally uploaded by bssenol Nisan 2007 İskandinavya seyahati fotolarımı flickr sayfama yükledim...

Türkiye Çin olur mu?

Öncelikle Çin'i bir hatırlayalım . Hatırladık mı? Güzel, şimdi adres satırımıza youtube.com yazalım ve "Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir." yazısını görüp, T.C. Ankara 12. Sulh Ceza Mahkemesi'ne onca işinden ve gücünden feragat edip bizi zararlı içerikten korumak için bu denli çabaladığı için teşekkür edelim. Ardından da buraya geçelim, DNS adresi ayarlamakla falan uğraşalım. Bu öğretici aktivite için T.C. Ankara 12. Sulh Ceza Mahkemesi'ne tekrar teşekkür etmek opsiyoneldir. - O değil de, ifade özgürlüğü diye bir şey vardı, o n'oldu? Bir Yiğit Özgür Karikatürü'nden esinlenilmiştir.

Kanla Türk Bayrağı yapmak

Önce yorumsuz bırakayım, sadece linkleri vereyim dedim. Ama haberleri, özellikle de son ikisini okuduktan sonra midemdeki ağrı o kadar rahatsız edici oldu ki, iki satır yazmadan duramadım. Karnım ağrıyor resmen, sindiremiyorum. 13 yaşındaki çocukların parmaklarını kesip bayrak yapmalarını, Genelkurmay Başkanı'nın bu durumdan duygulanmasını, ulusal bir gazetenin bunu promosyon yapmasını, Vatan İçin Can Verenler Federasyonu diye bir derneğin bu öğrencileri alınlarından öpüp burs vereceğini açıklamasını ve bütün bunlar olurken birilerinin de "Evladım siz ne yapıyorsunuz?" dememesini ne aklım ne de midem alıyor... Şimdi haberler: ‘Kanla boyanan bayrak’a inceleme ‘Kanlı bayrak’ gazeteye promosyon oldu Kanıyla bayrak yapan öğrenciye burs sözü

19 Ocak'ta ne olmuştu?

Bıçak Sırtı: cidden güzel dizi...

ABD'deki senaryo yazarlarının grevi sonucunda şu anda tek bir diziyi takip ediyorum, o da Bıçak Sırtı. Sanırım İkinci Bahar'dan bu yana ilk defa bir yerli diziyi takip ediyorum. (Karanlıkta Koşanlar daha mı sonraydı acaba? Neyse...) Mükemmel bir dizi mi? Hayır değil. Senaryo muhtemelen rating kaygısıyla bazen fazla yayılıyor. Bölümler bana uzun geliyor, sonu bir türlü gelmeyen ilan-ı aşklar, uzun uzun bakışmalar bazen tempoyu çok düşürüyor, bu noktalarda ileri sarasım geliyor (Genellikle diziyi reklam aralarından kurtulmak için videoya kaydedip sonradan izliyorum...) . Ama yine de, aklı başında ilerleyen bir hikayesi ve belli ki ziyadesiyle özenli bir yapım ekibi var. Genellikle özensizlikten kaynaklanan hatalara çok sık rastlanıyor yerli dizilerde ama bu dizide bunlar yok denecek kadar az olduğu gibi, kadrajlarda ayrı bir özen var gibi geliyor bana. Teknik anlamda izlediğim en iyi yerli dizilerden biri yani diyerek bitireyim bu paragrafı. Bu arada, araya bir şey sokayım: geçen

Ulan resmen sinirlendim akşam akşam...

Yahu kim çıkardı şu kişisel gelişim %#&ini başımıza?! Nereden çıktı bütün bu millete temelsiz özgüven pompalayan kitaplar?! Ne oldu da bir gün birileri kalkıp da herkesin her şeyi bilebileceğini, herkesin her şey hakkında fikir sahibi olabileceğini, herkesin fikrinin değerli olduğunu ortaya attı?! Yok böyle bir şey! Her önüne gelen kendini ulema zannedip de fikir #@&masın lütfen... Neden mi bu kadar sinirlendim? Anlatayım... Bugün aylar sonra ilk defa sinemaya gittim değerli bir arkadaşımla. Kabadayı'yı izledik, görmek istiyordum bu filmi. İzledik, beğendik. Hayatımda izlediğim en iyi film mi? Hayır, değil. Ama gayet iyi bir film. Senaryonun ayakları yere sağlam basıyor, ne de olsa Yavuz Turgul yazmış. Bu adam hakikaten iyi senaryo yazıyor. Hatta Sinan Çetin'e eğer bir gram sevgim varsa, o da senaryosunu Yavuz Turgul'un yazdığı Çiçek Abbas'ı yönettiği içindir diyebilirim. Yavuz Turgul'un yazıp yönettiği Gölge Oyunu diye de bir film var, çok bilinen bir fil

Gudik

Dikkat ettiyseniz, sitenin ismi değişti. Artık Norwegian Ridgeback değil. O ismi, ilk yazıda da belirttiğim gibi, Norveç'e gitmeden önce almıştım ama Norveç'te çekildiğim inziva esnasında blogu hiç kullanmadığımdan öylece kalmıştı. Eylül ayında bloga başladığımda ise açıkçası üşenmiştim isim bulmaya, o sırada fena bir isim gibi gelmemişti. Sonuçta hâlâ üzerimdeki Norveç etkisi devam etmekteydi. Hani suya bir taş atarsınız ve suyu yüzeyinde halkalar oluşur ya, halkalar dışarıya doğru büyür, zayıflar ve zamanla yok olur. Benim Norveç'e gidişimin oluşturduğu dalgalar henüz yok olmadı, ama zayıflıyorlar ister istemez. Hâl böyle olunca blogun isminin de Norwegian Ridgeback kalması anlamsız oldu. Neden gudik? Çünkü gudik çok gudik bir kelime. Gudik ne demek? Tuhaf, komik, değişik, acaip, garip, absürd, rotatif, maun ve hidrolik gibi birkaç sıfatın erime noktası (Evet, tanımı ben uydurdum). Peki şimdi ne olacak? Her şey ve hiçbir şey.

Kahve Dünyası aşıklarının gazabına uğramaktan korkan gencin göz yaşartan dramı

ya da

İnternette sansür işte böyle başlıyor

Yahu, meğer Kahve Dünyası'nın ne çok seveni varmış. Meğer Kahve Dünyası çikolata fondü yaparak hayatımızda ne büyük bir boşluğu doldurmuş. Kahve Dünyası'na laf edeceğim dedim, anında tepkiler yağdı. Sokaktan insanlar saldıracak diye korkmaya başladım "Sen nasıl Kahve Dünyası'na laf edersin?!" diye. Bu sebepten dolayı Kahve Dünyası'nı eleştireceğim yazımı belirsiz bir zamana erteledim. Sevgili fondüsever dostlarım, keşke bu tutkunuzdan bana daha önce bahsetseydiniz, geçen sene Helsinki'de çok güzel fondü setleri görmüştüm alırdım sizlere birer tane, bugün hepimiz mutlu olurduk. Söz, görürsem bir yerde alacağım size... Yeter ki daha fazla vurmayın...

Sevgili hocam, bunu okuyorsanız topsunuz...

Sınav kağıdı özünde çok mahrem bir şey değil mi sizce de? Yani öğrenci tek başına yazıyor ve sadece hoca okuyor. Neredeyse bir mektup gibi... Sonuçta sınavda neler yazdığınızı bir bir paylaşmazsınız arkadaşlarınızla, "Nasıl geçti abi", "Ya yazdık işte bir şeyler..." Ha, açıkçası ben bazen, eğer sınavda feci sıkıldıysam, enteresan şeyler yazıp sonrasında da anlatmayı seviyorum: "Sınavda sekiz sorunun yedisini cevapladım, ama cevaplarımın üçünde soruları eleştirdim, 'Bu soru asıl şu şekilde sorulmalıdır' ya da 'Bu tamamen gülünç bir tartışma konusudur, asıl tartışılması gereken şudur' gibi bir şeyler yazdım işte..." (Bu bahsettiğim sınavdan kaç aldım acaba? Bakmadım hâlâ bu sınavın sonuçlarına.) Tabii aynı şekilde hocanın da kendi arkadaşlarıyla, sınav kağıtlarına yazanları paylaşması mümkün: "Oğlum geçen gün salak öğrencinin teki ne yazmış biliyor musun?" şeklinde. Ama bu tarz ihtimaller haricinde sınav kağıdı yalnızca öğrenc

Bir aşçı nasıl unutur ki böyle bir şeyi?

Bugün Cafe Krepen'de oturuyorduk Deniz'le. Garsonların tavırlarının ve hizmetin genel anlamda vasat olmasının yanında beni benden alan bir olay oldu ki muhtemelen bugünü bu kafeye son gittiğim gün olarak anmaya başlayacağım... -Gerçi bir dönem Dilek Pera'yı da boykot etmiştik ama sanırım yeterince kararlı olamadık o konuda, zaten orası da ismindeki Pera'yı attı, sadece Dilek oldu, adeta küllerinden doğdu... (?!)- Her neyse, bugünkü olaya dönelim: Mantarlı Piliç istedim, bir süre sonra yemek geldi, yemeye başladıktan kısa bir süre sonra yemeğin içinde bir gram bile mantar olmadığını fark ettim, garsona "Bu mantarlı piliçte mantar yok" dedim, garson da bana "Aa, unutmuşlardır" dedi ve tabağımı alıp götürdü... Birkaç dakika sonra yemeğim bu sefer mantarlı olarak geri döndü. Ben de "O kadar da kötü değil, ya pilici koymayı unutsalardı..?" diye kendimi avutarak yemeğimi yedim... Bu arada, mekanın fiyatlarının genel anlamda yüksek olduğunu

Reklam kokan hareketler, no: 1

MAXIM dergisinin Ocak 2008 sayısını alın, 24. sayfayı açın ve -tercihen bir şişe Carlsberg eşliğinde- benim yazdığım Kopenhag yazısını okuyun. Yazıyı bitirdikten sonra da yarı çıplak kadın fotoğraflarına bakarsınız artık... 52. sayfadaki güzel mesela...