Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2008 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

'tis the season to be jolly...

Sadun bey kendi blogunda ufak çaplı bir yeni yıl heyecanı yansıtınca benim de bir yeni yıl yazısı yazasım geldi birdenbire. Geçmişten bugüne yaşadığım yılbaşı gecelerini gözden geçirdim hızlıca. Sanırım hatırladığım ilk yılbaşı 1989'a girdiğimiz akşamdı. Babamın bir arkadaşı ve ailesi bizdeydi, bana böyle birbirine takılıp sökülebilen plastik yolları ve binaları olan ufak şehir gibi bir oyuncak almışlardı. Neden bilmiyorum, özellikle yollar çok net bir şekilde aklımda hala, yaklaşık 10 cm. genişliğindeydi sanırım, krem rengi, kenarları hafif yüksek, sanki kaldırım gibi... Arabalarımla oynayabiliyordum bu şehirin üzerinde, güzel bir hediyeydi. Buradan sonrası on yıl boyunca aynı şekilde ilerliyor, aileyle geçirilen yılbaşı geceleri. Teyzeler, kuzenler... İlk değişim 2000 yılına girerken oldu. Ailece Kıbrıs'taydık, o sırada bir kuzenim orada çalışıyordu, muhtemelen yılbaşı bayramlardan biriyle birleşmişti falan. Otelde kalıyorduk ve tahmin edebileceğiniz gibi otelin sıkıcı öte

İçimdeki Opera sevgisi bambaşka

Opera'dan kastım internet browser'ı olan Opera bu arada. Dün itibariyle IT'den rica ederek ajanstaki bilgisayarıma da Opera kurdurdum. Windows ve cep telefonundan sonra Mac OS'da da Opera kullanıyorum. Çok sevinçliyim.

Bu yazıyı okuduktan sonra yakınız

On gün önceki yazımda ismini henüz bahşetmediğim bir filme girmeden önce yaşadıklarımı anlatmıştım yanlış anımsamıyorsam. İşte bu da, merakla beklediğiniz devam yazısı: Sevgili Deniz'in ısrarlı tavsiyeleri üzerine Burn After Reading 'i izlemeye gittim Astoria'ya. Lise yıllarımdan beri hiçbir filmlerini kaçırmadığım Coen Kardeşler'in bu filmini de izlememek olmazdı zaten. Şimdi kontrol ettim de IMDb'den, The Hudsucker Proxy 'den beri tüm filmlerini izlemişim, sanırım bunun üzerine Coen'lerin favori yönetmenlerim arasında yer aldıklarını söylemek doğru olur. Dolayısıyla, eğer sizin için de bir sakıncası yoksa, Burn After Reading'le ilgili yazacaklarımı da Coen'lerin genel filmografisi dahilinde değerlendirmekten kendimi alamayacağım. Film alışık olduğumuz Coen kara mizahını ve senaryo karmaşıklığını içeriyor. Şüphesiz ki kalburüstü bir film. Ne var ki, No Country for Old Men ile yükselen Coen beklentilerimi tam anlamıyla karşılamadı. "Evet am

Haftanın özetimsisi

Eskiden böyle haftanın özeti falan yazardım. Ne güzel günlerdi o günler. Şimdi kalkıp geçtiğimiz haftanın özetini yazayım desem şöyle bir şey olacak: çalıştım, sonra uyudum, sonra çalıştım, sonra uyumadım, çalıştım, sonra uyudum biraz, sonra tekrar çalıştım... Anladınız siz onu (: Geçen yazının devamını yazdım aslında ama daha bitiremedim ve yayınlayamadım. Bitirebilecek fırsatım da olmadı. Bu haftaki tek tatil günüm olan cumartesiyi de -zira evet, bugün de çalıştım- annemlere gitmek suretiyle internetten uzak geçirdim. Şimdi de yorgunum zaten ve izninizle yatacağım, hafiften şifayı da kapmışım...

Uzunca bir aradan sonra yazılan ilk yazının uzun olmasından mütevellit yarıda kalması ve konuya uygun bir başlık bulmanın zorluğu

Bugün tek başıma sinemaya gittiğimi bloga yazarak sevgili dostum Ceren'i üzmek istemezdim ama ne zamandır bloga pek bir şey yazmamış olduğumdan ve blogdaki bu sessizlik hakkında farklı kesimlerden çeşitli tepkiler almış olmamdan dolayı kendimi mecbur hissettim. Ne de olsa bloga en çok yazdığım konulardan bir tanesi sinema... Bugün evvela sevgili biraderimle bir miktar takıldık, aslında sinemaya gitme fikrimiz de vardı ama zaman ilerledikçe, kendisi yarın sabah erken kalkması gerektiğini belirterek evine gitmeye karar verdi. Ben de bunun üzerine sevgili dostum ve yeni ev arkadaşım -"Hayatımdaki gelişmeler" başlıklı bir yazı yazmam lazım sanırım- Emre'yi aradım sinemaya birlikte gidelim diye. Kendisinin öğlen eve gelip ders çalışma gibi bir planı vardı, akşama kadar herhalde çalışmış olur diye düşündüm ki meğer akşama kadar tembellik yapmış. N'oldu tabii, hem filme gelmedi hem de şimdi saat gecenin kaçı olmuş, adam hâlâ ders çalışıyor... Hâl böyle olunca ben de t

just another %&?!#$ monday

Faust 2.0

Bangkok Dangerous: Olmamış...

Hazır üst üste iki akşam sinemaya gitmişken gaza gelip blogda yazayım dedim sevgili okurlar. Cuma akşamı sevgili Aykan'la birlikte Kanyon'da sinemaya gidelim dedik. Nispeten rahat bir gün olmuştu ajansta, japonca dersini de bu hafta iptal etmiş olduğumuzdan, eş-dostla muhabbet edip biramı yudumlayarak bekledim Aykan'ı, 21.00 gibi geldi. Amacımız 21.15'teki Devrim Arabaları'nı izlemekti ama sadece en ön sırada yer kalmıştı, ne onu ne de bir önceki gün Quantum of Solace'ı üçüncü sıradan izlemiş olan beni cezbetti bu durum. Biz de saat 22.00'deki Bangkok Dangerous seansına girelim dedik, demez olaymışız... Bu kadar sert girmek istemezdim aslında ama cümlenin gelişine vurdum istemsizce. Şaka bir yana, film olmamıştı. "Olmamıştı" derken neyi kast ettiğimi sanırım biraz açıklamam gerekecek: filmin bana göre ciddi bir bağlam problemi mevcuttu. Ama buna girmeden önce kısaca filmin konusunu bir özetleyelim: Ziyadesiyle profesyonel çalışan kiralık katili

All work and no play makes Jack a dull boy.

Merhum Stanley Kubrick'in pek sevdiğim bir filmidir The Shining, özellikle de Jack Nicholson'ın muazzam oyunculuğu ve Kubrick'in basit bir üç tekerlekli bisiklet gezisinden yaratabildiği gerilimle -Beni herhangi bir filmde en çok geren sahne hâlâ bu sehnedir- her zaman için özel bir yere sahiptir bu film gönlümde. Az önce IMDb'de gezinirken bu filmin trivia sayfasına denk geldim. İlk trivia çok komik geldi, paylaşayım dedim: During the making of the movie, Stanley Kubrick would call Stephen King at 3:00 a.m. and ask him questions like "Do you believe in God?" Benim de bunu gecenin üçünde görmüş olmam ilginç bir tesadüf oldu... Yoksa bu bir tesadüf değil mi? Lan..?

Bir martini içseydik beraber...

Efendim, bildiğiniz gibi yeni Bond filmi Quantum of Solace bugün gösterime giriyor. Bendenizin de naçizane, filmin galasına katılma fırsatım oldu dün akşam ayıptır söylemesi. Hanidir ilk defa bir filmi erkence izlemiş olmanın getirdiği sorumlulukla birtakım yorumlarımı buradan paylaşmak istedim. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki, öyle bir Bond hayranlığım yoktur. Yaklaşık on yıl önce atv her salı akşamı bir Bond filmi verirdi, o zamanlar izlerdim. O zamandan bugüne kadar da sinemada oynayan Bond filmlerinin anca yarısını izlemişimdir. Son olarak, ben de en iyi Bond'un Sean Connery olduğunu düşünenlerdenim. Efendim, belki biliyorsunuzdur, bir yerlerden duymuşsunuzdur, Daniel Craig'in Bond rolünü üstlenmesiyle başlayan yeni seri öncekilerden ziyadesiyle farklılaşmış. Bir önceki filmi, yani Casino Royale'i bendeniz izlememiştim, yeni seriyle dün akşam tanışmış oldum dolayısıyla. Yeni seriyle eski seri aradasınki farklılaşmayı bir nebze, Tim Burton'ın Batman'leriyl

,

İmla takıntısı olan tek ben değilmişim neyse ki... Brazilian Press Association - The Comma by settarluin

Virüs hareketi!

Bu bir nedir?: Türkiye'de internetin nasıl sansürlendiğini anlatan ibret verici trajikomik bir öyküdür. Burada bu yazının ne işi var?: İnternette bir sayfayı sansürlemenin bilginin yayılmasını engelleyemeyeceğini göstermek için. Bu yazı bugün 3, yarın 5, öbür gün 15 sayfada olduğu zaman kimin neyi nasıl sansürleyeceğini kara kara düşünmesi için. Peki ben ne yapayım?: Bu yazıyı kendi bloguna koy, facebook'ta Sansüre Sansür grubunun ve Virüs Hareketi etkinliğinin sayfaların bak. Virüs derken?: Benden sana, senden ona, böyle salgın gibi yayılsın diye... “Hocam, sen virüs nasıl yayılır bilir misin?” 4 Perdelik Trajikomedi Perde 1 “Tüm Kapatmalar Hukuka Aykırı isimli” yazı Leeds Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Yaman Akdeniz ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, İnsan Hakları Merkezi üyesi Kerem Altıparmak tarafından yazılmış ve 20 Ekim'de bianet'te yayınlanmıştı. Oktar'ın bugüne kadar aynı gerekçelerle Silivri ve Gebze mahkemelerine yapt

Blogger Türkiye'de yasaklandı / Blogger banned in Turkey / Blogger bloqué en Turquie

Scroll down for English version Faites défiler vers le bas pour la vérsion Française --> Sevgili okuyucu, Bildiğin gibi wordpress, youtube, richarddawkins.net ve sayısı bini aşkın başka internet siteleri gibi, blogger.com sitelerine de Türkiye'den erişim engellendi. Eğer bu yazıyı okuyabiliyorsan bu demek oluyor ki Türkiye'de değilsin*. Sana orada kalmanı tavsiye ediyorum. Zira, bu devlet ifade özgürlüğü gibi temel insan haklarını sağlamamak konusundaki tutumunu artık internet üzerinden bütün dünyaya duyurmaktan çekinmeyecek cüretkârlığa ulaşalı çok oluyor. Sevgili okuyucu, 46 gün sonra İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 60. yılını kutlamayı unutma lütfen, biz burada kutlayamıyoruz da... *: Ya da çeşitli arka kapıları zorluyorsun, bence hiçbir sakıncası yok. ---> Dear reader, I don't know if you've heard about this, but access to blogger.com is forbidden in Turkey since yesterday, just like more than a thousand web sites including wordpress -currently acce

Aha ben!

10 yıldan uzun süredir çeşitli mizah dergilerini okurum, ilk defa bugün Penguen'de bir karikatürde benim ismimde bir karaktere rastladım, pek sevindim, sizlerle de paylaşayım dedim... Teşekkürler Cem Dinlenmiş!

Blog için yeterince vakit ayıramamanın verdiği derin mihnet

Bloga yazı yazmanın ne kadar zaman aldığını çalışmaya başladıktan sonra fark ettim. Elimden geldiğinde özenli yazmaya çalışıyorum zira. İfadelerin problemsiz bir akışa sahip olduğundan emin olmadan yazımı göndermiyorum. Kimi zaman birilerinden -çoğunlukla da Deniz oluyor bu- yardım istiyorum "Bu laf olmuş mu sence?" diye. Tabii, yazımından kıllandığım kelimelerin nasıl yazıldığını TDK 'dan kontrol etmek, refere ettiğim eserlerle ilgili doğru bilgileri IMDb 'den ya da Wikipedia 'dan kontrol etmek, gerekli sayfalara link vermek, linklerin çalıştığından emin olmak gibi işlemleri de yapınca ortalama uzunlukta yazdığım bir yazı, çoğunlukla bir saatten fazla bir vakit alıyor. Bu tarz bir vakti çalışmaya başladıktan sonra kolay kolay ayıramaz hâle geldim. Çalışmaya başlamak dedim, bundan henüz blogda bahsetmemiştim, bahsedelim. Efendim, kiminizin bildiği, kiminizinse şu anda öğrendiği üzere, bir reklam ajansında çalışmaktayım iki aydır. Yoğun bir temposu var, gece ge

Sınırları aşan Gudik sevgisi...

Gün geçmiyor ki bu bloga duyulan sevgi çoğalmasın, dünyanın dört köşesinden bu blogun sayıları her gün artan takipçileri, hayranları bu sevgilerini dışa vurmak için çırpınmasınlar. İşte aşağıdaki fotoğrafı da yine bir başka Gudiksever olan sevgili Sedef hanım - Nâm-ı diğer Sedefu San - geçen hafta Stokholm'de çekmiş. Bu arada, TDK Yazım Kılavuzu'na göre "nâm-ı diğer" sözünün "namıdiğer" şeklinde yazılması gerektiğini biliyor muydunuz?

Prison Break: kaç kaç nereye kadar be kardeşim...

Efendim malumunuz TV dünyasında yeni sezon başladı. Takip ettiğimiz diziler de bir bir ekranlarımızda yer almaya başladılar. Ben de şu sıralarda yeni bölümleri takip etmekle uğraştığımdan -ve aynı zamanda başka bir şey yazmaya da üşendiğimden- takip ettiğim diziler hakkında üç beş kelâm edeyim dedim. Bu yazı muhtemelen dizilerin evvelki sezonlarına dair spoiler'lar içerir, ona göre okuyun. Yeni sezona dair spoiler varsa onu özel olarak belirtirim. Geçenlerde bir akşam Sadun beyciğimle de tartıştığımız, ekranlarımızın vazgeçilmez adrenalin pompası Prison Break 'le başlayalım. Bildiğiniz üzere tek sezon olması planlanmış bu macera fırtınasının 24'ün bıraktığı boşluğu sezon sonuna kadar doldurması planlanıyordu. Ancak vücudunun üst yarısını kaplayan dövmeleriyle bizleri ekran başına kilitleyen Wentworth Miller abinin karizması -gayleşiyorum muntazaman- diziye duyulan ilgiyi beklenmedik bir yüksekliğe çekince devam sezonları da kaçınılmaz oldu. Böyle olunca da hikayenin sey

Jumbo!

Bilen bilir, odam genellikle dağınıktır. Hatta şöyle açıklayayım, şu anda oturduğumuz eve taşınalı 3 yıl olmak üzere, ben tam anlamıyla odama yerleşmiş değilim (Son kutumu 1 yıl önce açtım ama...). "Madem üniversite de bitti" diyerek bu yaz yine odamı toplamaya niyetlendim, Şok'a gidip çöp torbası aldım bu iş için. Tahmin edebileceğiniz gibi, niyetlendiğim işi gerçekleştirmedim henüz. Bugün boş vaktim olunca bari odayı toplamaya girişeyim dedim, çöp torbalarını çekmeceden çıkardım. Orta boy olduğunu düşünerek almıştım torbaları, yani markette durdukları yer orta boy torbaların durduğu yerdi, ama anlaşılan bu araya karışmış. Rulo şeklindeki torbalardan üsttekini çekmeye başladım, geldikçe geldi. Sonra bir fark ettim ki torbalar "Jumbo boy" imiş. Kassam ben girerim yani içine. Böyle yani, neyse ben işe koyulayım...

Gudik olunmaz, Gudik doğulur (?)

Bu arada, dalgınlıktan fark etmemişim: 10 Eylül 2007'de hayatına "Norwegian Ridgeback" adıyla başlayan bu blog, 1 yaşını doldurmuş meğer. Okurların her birine, tek tek ellerinden sıkmak, duruma göre yanaklarından öpmek suretiyle teşekkür ederiz, tekrar bekleriz...

Evrim mi? Ha yok, biz daha onu olmadık...

O çok sevdiğimiz "Bu siteye erişim engellenmiştir" ekranı bir siteyi daha kararttı, bilmem farkında mısınız? RichardDawkins.net Dawkins website banned in Turkey A Muslim creationist told Istanbul courts the site was "blasphemous" in content A Muslim creationist has succeeded in getting the website of leading atheist Richard Dawkins banned in Turkey after he complained that its contents were blasphemous. Internet users living in Turkey are now subject to a court order which prohibits them from accessing the popular site richarddawkins.net . The court in Istanbul issued its judgement after author Adnan Oktar claimed Atlas of Creation, a book he has written which contests arguments on evolution, had been defamed on Dawkins' website. haberin devamı Vaktiniz varsa şu haberi de okuyun. En önemlisi de, lütfen ama lütfen, Dawkins'in siteye erişimin engellenmesine sebep olan yazısını okuyun: Orijinali: http://richarddawkins.net/article,2833,UPDATED-Venomou

Çamurluksuz ve yağmurluksuz yola çıkan bir bisikletlinin yürek burkan, dramatik ama bir o kadar da sıcak öyküsü

Hani şair* diyor ya "Sensiz İstanbul'a düşmanım" diye. İnsanın kimi zaman bu önermeye katılası gelmiyor değil. Ne var ki, dün Ortaköy'den bisikletimle eve dönmeye çalışırken fikrim değişti. Baştan belirteyim, bisikletimde çamurluk yok, yanıma yağmurluk da almamıştım, yani bisikletle her zaman çıktığım gibi şort ve tişörtleydim. Hatta Ortaköy'de farkına varmadan bisiklet eldivenimin tekini de düşürmüşüm. Ortaköy'de Emre ve Filiz'le otururken yağmur başladı, hâlihazırda kararmakta olan hava biraz daha koyulaştı, ben de daha geç olmadan kendimi yola vurdum, Arnavutköy'ü geçip Bebek'e ulaştığımda ak iplik kara iplikten ayrılmaz hâle gelmişti, yoluma devam ettim. Rumeli Hisarı'nın önündeydim, sağlam bir rüzgar bastırdı karşıdan. Hava kararmış, rüzgara karşı pedal çevirirken "Keşke gözlüğümde cam silecekleri olsaydı" diye düşünüyorum çünkü her ne kadar sağanak olmasa da yağmur yeterince etkili: tişörtüm sırılsıklam, arka tekerleğimden sıç

Google Chrome'un hayatımızdaki önemi üzerine bir kompozisyon (Bugün okullar açıldı lan...)

Google Chrome'dan geçen hafta bahsetmiştim . Aslında perşembe günü de hızlı bir değerlendirme -Gavurun "Quick&Dirty" dediği türden- yapmak istiyordum ama vakitsizlikten bugüne kaldı. Tabii, bu kadar gecikince, zaten yazılacak pekçok şey yazılmış çizilmiş oldu: Hızlı Eksikleri var Zaten henüz beta Bildiğiniz gibi alışmış kudurmuştan beterdir , ben de Opera alışkanlığımı yakın zamanda değiştirecek değilim. POP3 email desteği olsun, mouse gestures olsun bunlar kolay vaz geçebileceğimiz özellikler değil. Diğer taraftan, ajanstayken Photoshop sürekli açık durduğundan, bilgisayarı daha az zorlamasından dolayı çoğunlukla Chrome'u kullandığımı belirteyim ve hatta bu yazıyı Chrome'da yazdığımı da ekleyerek bu paragrafa bir nokta koyayım. Chrome'un beni en çok cezbeden özelliğini anlatmak istiyordum aslında bu yazıda, o da şu: herhangi sayfa açıkken o sekmeyi tutup dışarı sürükleyebiliyorsunuz. O zaman ne oluyor, o sekme kendi penceresinde bağımsız ve hatta ad

9/7

Eylül, MÖ 153 yılına kadar Roma takviminin yedinci ayıydı, yedinci anlamına gelen septimus kelimesinden gelmekte. Bir zamanlar, Eylül ayını severdim. Artık sevmiyorum... Despair : Dreams. What are dreams? Dreams are nothing, my brother. Morpheus : Dreams are "nothing," sister? Without dreams, there could be no despair. Neil Gaiman, Fables & Reflections, Three Septembers and a January

Google Chrome

Beni tanıyanlar bilirler, ateşli bir Opera Browser savunucusuyumdur, masaüstü bilgisayarım HAL9000 olsun, taşınabilir bilgisayarım R2-D2 olsun ve hatta cep telefonum -yapılacaklar: cep telefonuna isim bul- olsun internette Opera'yı tek geçerim. Firefox'a burun kıvırır, IE'den köşe bucak kaçar, Safari'yle de merhaba-merhaba düzeyinde tutarım ilişkimi. Duyduk ki Google kendi web browser'ını çıkarmaya hazırmış. Dün internetten yaymaya başladığı 38 sayfalık çizgi romanla Google Chrome'un arayüzünü, çalışma prensiplerini anlatmış. (Bu arada çizgi romanın da "Understanding Comics" adlı eseriyle tanıdığımız Scott McCloud tarafından çizildiğini de belirtelim.) Çizgi romana McCloud'un sitesinden erişebileceğiniz gibi, doğrudan Google 'dan da erişebilirsiniz. 38 sayfayı okumaya üşenenler için kısaca bahsedelim Google Chrome'dan: her zamanki ukalalığımla belirtmek istiyorum ki görünüm ve kullanılırlığa dair bize sundukları hâlihazırda Opera ta

Neden yazmıyorum?

Çiçekler sulandıkça büyür. Kâfi olmayanın ettiği yalan yanlış bir temsil ve bir fasit daireden başka bir şey olmayan zoom-out efekti. Üçün birinin karanlık, birinin kararsız, bir diğerinin de kazma olması.

Şehir içinde bisiklete binmekle ilgili tavsiyeler

Bilindiği üzere iki hafta önce bisikletimi elden geçirdim, geçirdiğim gibi de Bakırköy'den eve kadar sürdüm. Şu iki hafta içinde 100 km.'nin üzerinde yol yapmışım hesaplarıma göre. Şehir içinde bisiklete binen ya da binmeyi düşünen okuyuculara birtakım tavsiyeler vermeyi bir borç bildim. 1. Kask takın. Muhtemelen en hayatî tavsiye bu, kafanızı koruyun. Aynı zamanda kaskın şöyle de bir avantajı var: trafikte daha ciddiye alınıyorsunuz. Sürücüler "Aha, sporcu galiba" diyerek üstünüze sürmekten vaz geçiyorlar, çoğunlukla... 2. Görünür olun. Bisikletinizde ya da sırt çantanızda vb. reflektör falan olsun, kırmızı giyin (Mesela benim kaskım ve sırt çantam kırmızı, çantanın üstünde reflektörlü kısımlar da mevcut.) . Ya da bisikletin arkasına takmak için şu yanıp sönen kırmızı LED'lerden alın. 3. Gözlük de takın. Şu sporcu gözlüklerinden. Maazallah gözünüze bir şey kaçarsa anında kaza yaparsınız. Ben iki sene önce yaptım, oradan biliyorum. Çok pahalı olmak zorunda d

Madness is like gravity, all it takes is a little push...

Yazının başlığını " Why so serious? " yapmamak için adeta kendimle bir savaş verdim, o laf dilimin ucundan kendini boşluğa fırlatmak için ne kadar direndiyse, ben de bir klişeden kaçmak için o kadar direndim. Sonra da filmde, ondan sonra ilk aklıma gelen replik olan bu cümleyi yazdım aklımda kaldığınca... Hâlâ izlemeyenler varsa -bu arada belirteyim, yazı spoiler içermez- şunu söyleyebilirim: bir gün daha kaybetmeyin, gidin. Bugün ikinci defa izledim filmi ve her sahnede neler olacağını bildiğim hâlde bu kadar heyecanla seyredeceğimi giderken tahmin edemiyordum. Uzun uzun bir şeyler yazmayacağım, fazlasıyla yazılıp çizildi film hakkında. Şunu söylemek istiyorum sadece, Nolan'ın kullandığı sinema dilini sevebilir ya da sevmeyebilirsiniz, ama şurası aşikar ki kullandığı dili tek kelimeyle kusursuz kullanmış. Karakter gelişimleri ancak bu kadar pürüzsüz, kurgu ancak bu kadar ahenkli olabilirdi. Heath Ledger'ın Joker'i içinse gerçekten söylenecek bir söz yok. Beni

Alışveriş günlükleri

Pazartesi günüydü. Yataktan ziyadesiyle geç çıktım. Aslında 11:00 gibi ev telefonuna uyandım, "Is Mr. Nuri there?" diye soran hanımefendiye yanlış numarayı çevirdiğine dair gereken açıklamaları yaptıktan sonra yatağa döndüm, uyumaya çalıştım. Yaklaşık bir saat sonra bu sefer Aykan aradı, adaya gitme gibi bir fikrimiz vardı, öyle bir fikrin artık var olmadığını söyledi, tekrar yatağa döndüm. Uyuyamayacağımı bildiğim için aşağı yukarı bir yıl önce Emre'nin ödünç verdiği kitabı aldım elime. Bir haftadır okuyordum ve sarmaya başlamıştı Ahmet Ümit'in Kukla'sı. Geçen yıl hayatımın en kötü gününü süsleyen yağmurun gazabına uğramış olan kitap, kurumuş sayfalarının yarattığı bozuk biçimine inat sessiz bir gururla başucumdan ayrılmıyordu. Yataktan çıktığımda saat 15:00 olmuştu. Kalktım, duşumu aldım, kahvaltımı ettim, kahvemi içtim. Günün geri kalanını evde oturarak harcamanın anlamsızlığı yüreğimi sıkıştırmaya başlayınca üstümü değiştirdim, kaskımı taktım ve bisikletime

Sarper'e nasıl giderim?

Belki hatırlarsınız, İnternet Uygulamaları dersim için bir site yapıyordum, hatta konsepti Emre'nin bile beğendiğini söylemiştim (: Dersin hocası ve final sunumundaki jüri üyeleri de Emre'yle benzer fikirleri paylaşmış olsalar gerek ki, dersten AA'yla geçtim. Yaklaşık bir ay önce siteyi gören Ceren de duyduğum en güzel iltifatı yaptı yaklaşık 2500 km öteden -reklamın b.kunu çıkarmadan susayım artık- . Siteyi Aydın Doğan Vakfı Genç İletişimciler Yarışması'na gönderdim son olarak, kişisel web sitesi dalında. Bu amaçla, bilgisayarımın sabit diskinde ikamet eden site, üniversitenin sunucusu üzerinde online oldu. Buyurun, bakın, eleştirin: Sarper'e nasıl giderim?

Birikinti

Yaklaşık bir haftadır aklıma "Bloga yazayım" dediğim şeyler geliyor ama evde geçirdiğim vaktin neredeyse tümünde bana hakim olan atalet yüzünden hiçbiri hakkında bir satır bile yazmış değilim farkındaysanız. (Acaba laptop'u alıp en yakın Starbucks'a mı geçsem...) En azından bu konuların bir listesini yazayım bari diye düşündüm, yakında bir şeyler yazacak olursam listeden konu beğenirim en azından (: Kung-Fu Panda'yı Deniz'le birlikte Türkçe izlemek zorunda kalışımız... Deniz'in doğumgünü (Mutlu yıllar!) Bisikletimi Bakırköy'den alıp eve kadar 25 km. sürmem... Şehiriçinde bisiklete binmekle ilgili hayati tavsiyeler... The Dark Knight! Heybeliada'da bisiklete binmenin ne kadar keyifli olduğu... Çimen'in doğum haftası etkinlikleri (Mutlu yıllar!) Dilek Pera ve Café Krepen 'in ardından dün itibariyle başlayan Barcelona boykotum... Son takıldığım şarkı...

Bir berber bir berbere "Bre berber...

Bugün berberime gittim. Benim berberle muhabbet ilginç oluyor, zira berberin kendisi de ilginç. Son gidişimde, sanırım 31 Mayıs'tı, içerisi Japon doluydu, öyle ki sabah erkence gitmeme rağmen sıranın bana gelmesi çok uzun sürdü, bana kahvaltıya gelecek olan Elif'i bekletmemek için traşımı olmadan eve döndüm. Aynı gün öğleden sonra gittiğimde de bir başka Japon traş oluyordu, onu bekledim. O gün traşımdan sonra da oturup National Geographic seyrettik berberle, çaylarımızı içerken. Bugün de traş esnasında teknolojinin evriminden, yenilenebilir enerji kaynaklarından -Bir an yanlışlıkla "Yenebilir enerji kaynakları" yazsam ne güzel olurdu diye düşündüm, gofret gibi mesela- falan bahsediyorduk. O esnada "İlginç bir muhabbet oldu bu, bunu bloga yazayım" diye düşündüm. Muhabbet ilerleyip değiştikçe bloga yazacak başka bir şey çıktı: evli ve bir çocuk babası olan berberimin benden sadece bir yaş büyük olduğunu öğrendim. Elbette, 25 yaşına gelmiş, üniversite okum

Blogosfer'den haberler...

Arnold Kim bir tıp doktoru. Aynı zamanda da Mac Rumors isimli blogun sahibi. Sekiz yıl önce açtığı ve Apple 'la ilgili dedikodu, söylenti ve haberlere yer verdiği blogu ayda 4.4 milyondan fazla ziyaretçi almaya başlamış. Sonuç: Dr. Kim doktorluğu bırakıp tam zamanlı bir blogger olmuş. Doktorlukta olduğu gibi burada da yılda altı haneli bir gelir elde etmeyi bekliyormuş. Haberin detayları şurada . Diğer taraftan Emre de blog yazmaya başladı: Emrenin blogu . Akademisyenliği bırakıp tam zamanlı bir blog yazarı olma niyeti bildiğim kadarıyla henüz yok, ama izleyip görelim (:

*

Arabanın uzaklaşan kırmızı lambalarını izliyorum, gidiyorum. (...) Sırtına vuruyorum, kapı arkamdan kapanıyor, gidiyor. (...) 32. haneyi de tuşladıktan sonra gülümsemem gerekiyor, o gidiyor. (...) 40 satır, 40 katırdan daha çok acı veriyor. Satırlarda ben varım, gitmek istiyorum, hâlâ buradayım. Nasıl Orhan Pamuk'un babasının bavulu varsa, benim de artık yapamadığım şeyleri yaptığım zamanlardan kalma anılarla tıklım tıklım dolu bir bavulum var artık. Kimileri buna " büyümek " diyor sanırım. *: Yeni Türkü - Çengelköy Olur Masal

Kara Şövalye'yi beklerken...

Bir ara vizyondaki filmleri doğru düzgün takip edemediğimden bahsetmiş, festivallerde ise son bir yıl içinde 52 film izlediğimi söylemiştim . Okul bittikten sonra, şu sıralar başka bir işimin de olmaması dolayısıyla son 12 gün içinde 4 defa sinemaya gittim, 2 adet kötü, 1 adet idare eder, 1 adet de fena değil film izledim. İzninizle, kötüden iyiye doğru sıralayalım: The Incredible Hulk : Başta ben olmak üzere çizgiroman uyarlamalarını mümkün olduğunda ilgiyle takip edenlerin bu hareketlerini derinden sorgulamasına yol açacak kadar kötü bir filmdi. Şöyle söyleyeyim, bunun yanında X3 fena değil, X3'ü bir kenara bırak Spider-Man 3 bile fena değil ( Fantastic 4 hâlâ kötü ama). Tamamıyla kararsız ve temeli hiç de sağlam örülmemiş bir hikaye kurgusu bu filmde elle tutulur tek şeyin aksiyon olmasına sebep oluyor, gel gör ki aksiyon sahneleri de tatmin edicilikten ziyadesiyle uzak. Abomination'ın doğuş öyküsünü geçtim, filmin öyküsünün başlamasına sebep olan olayın (Fabrikadaki ha

Cumartesi günleri

Cuma akşamı Emre bana geldiğinde, adet olduğu üzere yine birtakım spor müsabakalarını izledik televizyonda. NTV Spor'un kablo TV'de de yayına başlamasının etkisiyle gece boyu bir sürü farklı spora şahit olma olanağımız oldu. Önce TRT 3'de, Mayıs ayında Antalya'da gerçekleşmiş olan Okçuluk Dünya Şampiyonası'nın üçüncülük maçını seyrettik. Türkiye'yle Tayvan - ya da uluslararası müsabakalardaki ismiyle Chinese Taipei - arasındaydı, Tayvan kazandı. Bilahare, NTV Spor'da Isinbayeva 'nın Golden League'de 5.03 ile dünya sırıkla atlama rekorunu kırmasını izledik. Arada bir de Fox'da Türkiye Karması - Dünya Karması Kick-Box müsabakalarına bakındık. 02:30 civarı ben odama çekildim, kitap okumaya başladım. Bir süre sonra uyuyamayan Emre odama daldı ve yaklaşık 15 dakika kadar kitaplarımı karıştırdı, ardından salona geçtik ve Emre DVD'lerimi karıştırdı. İki hafta önce aldığım Sarı Mercedes 'te karar kıldı. Yeni izlemiş olmama rağmen takıldım, ilk

100

alces 'in de geçen hafta hatırlattığı üzere Sivas'ta 37 kişinin diri diri yakılmasının üzerinden 15 yıl geçti. 2 Temmuz'da Sivaslılar'la yapılan söyleşilerden birkaç alıntı: "Ben rahatlıkla [Madımak Oteli'nin altındaki] et lokantasında yemek yiyebilirim." "Olay olduğunda 11 yaşındaydım, hiçbir şey hissetmedim. Yakılan kişiler kendi kendilerini yaktılar. Öyle söyleniyor. Sorgulamama gerek yok. Ben sadece vatanım için sorgularım." "Kessinler bu anmayı. Yeter be... Esnaf olarak bugün iş yapamıyoruz." ( haberin tamamı ) Ogün Samast'ın 18 yaşını doldurmasıyla Hrant Dink duruşması artık basına açık görüşülüyor. Bugünkü duruşmadan basına yansıyanlarda sanıkların ziyadesiyle rahat ve hatta laubali oldukları anlaşılıyor: Sanıklar, hem sanık hem de müdahil avukatların soruları sırasında birbirlerine laf atmaktan geri kalmadılar, avukatlarla en hafif tabirle gayri ciddi polemiğe girdiler. Hatta bazı diyaloglar gayri ciddi bile değildi.

Karışık işler...

"Année Universitaire 2007-2008 candidat au diplôme de licence" belgesi. Mezuniyet denilen hadisenin yanında o çok bilindik bilinmezlik duygusunu getirmesi ve benim şu gün (yani dün) itibariyle hayatımda olmayı tasavvur ettiğim noktadan ziyadesiyle uzakta olmam. Bir iş bulup çalışmaya başlayacak olma düşüncesinin en az işsizlik kadar can sıkıcı görünmesi, haftaya - umarım - iş görüşmesine gidecek olmam ve CV'mi gönderirken mailin altında adresini silmeyi unutarak bu blogu da muhtemel/müstakbel işverenime de göndermiş olmam (sevgi ve saygılarımla) . En yakınımdaki insanların ikisinin - biri hemen yarın olacak şekilde- yurtdışına, birinin de askere gidecek olması. Bodrum'un 460 km güneyde ve 4 gün geride kalmış olması.

Bodrum'dan dönüyorum...

Hatta bunu da Varan Susurluk tesislerinden yazmaktayım... Açıkçası en çok bu sefer dönesim gelmedi Bodrum'dan, hem tatil çok keyifliydi, hem de İstanbul'un koşuşturmacası, mezuniyet, iş bulma vb. gibi işler böyle birden çok uğraştırıcı geldi. Yakın zamanda çalışmaya başlarsam uzunca bir süre Bodrum'a gidemeyeceğimi bilmek de cabası... Ya işte, İstanbul'la aramdaki kilometreler azaldıkça Bodrum'da halının altına süpürdüğüm meseleler bir bir geri gelmeye başladılar, tam da bu yüzden dönmek istemiyordum... Her neyse, uyur muyum acaba feribota kadar?

Yıldız değil o, meteor!

Bir yıldız kaydı az önce, hayatımda izlediğim en uzun yıldız kaymasıydı, 3 saniye kadar sürdü yaklaşık. Çimenler'in Kandıra'daki evinde meteor yağmurunu seyrederken bile bu kadar uzunu olmamıştı. Bir dilek tuttum önce, sonra da keşke yıldız kayınca tutulan dilekler gerçek olsa diye düşündüm. Sonra da yerine gelmeyeceğini bildiğim dilekleri tutmakta inat ettiğim için kendime yönelik acımayla karışık bir nefret duygusu uyandı içimde...

Bodrum'da bir 25 saat

10:00 Deniz, Bodrum Otogarı'ndan Havaş'a biniyor. 12:25 Gündoğan Migros'a giriyorum. 13:01 Gündoğan'dan eve giden minibüsü kaçırıyorum. 13:25 Gündoğan sahilinde kendime bir bira ısmarlıyorum. 14:42 Eve ulaşıyorum, temizliğe başlıyorum. 22:24 Aykan ve Dina geliyor. 23:18 Yemek yiyoruz. 03:00 Aykan ve ben biralarımızı bitirip yatıyoruz. 06:25 Uyanıyorum. 06:50 Yüzüyorum. 07:00 Sahilde uzanıyorum. 07:50 İskeleden denize bakıyorum, dümdüz, tertemiz, cam gibi, dibi görünüyor, suyun yüzeyi görünmüyor, atlıyorum. 08:15 Kendime bir kahve yapıyorum. 08:42 Sadun ve Ecem geliyor. 09:30 Kahvaltıya oturuyoruz. 11:08 Emre ve Çimen'i beklerken son 25 saatimi yazıyorum, sonra uyuyakalıyorum.

Başta soğuk ama insan sonra alışıyor

Buzdolabı sürültüsü ve sivrisinekler yüzünden uykunun haram olduğu geceye gündoğumuyla veda edip 5:30'da kalkıp havluyu mayoyu kapıp kendini denize atmak. Deniz serin, dingin, balıklar sakin... Gündoğan'a inip sivrisinek şeysi almam lazım bugün...

İstanbul fotoğrafı ve üniversite sonrası hayatın ilk günü...

Bugün üniversite sonrası hayatın ilk günüydü. Güzel oldu, hatta tam anlamıyla kapak oldu... Neyse, bu başka bir hikayedir, başka bir zaman anlatılmalıdır... Bir de hafiften hasta oldum, yarın kadar iyileşsem keşke. Aşağıda son zamanlarda çektiğim güzel bir Rumeli Hisarı fotoğrafı var, sevgili Sadun'un son yazısına cevaben, bu da ona kapak olsun (:

sanki,

Bazı şarkı sözleri var, insana "Yahu bu adam/kadın ne biçim demiş..." dedirtiyor. Bir örneğini alces bey'in blogunda "Summer wine" şarkısıyla ilgili yazdığı yazıyla yaşamıştım. Şöyle bir yorum yazmışım: (...) Yahu, "I tried to get up but I couldn't find my feet" nasıl bir şarkı sözüdür birader..? Bir benzer etkiyi de bu sefer Feridun Düzağaç, "Yeniköy" şarkısıyla yaşattı. Şarkıyı ilk defa dinlemiyor olmama rağmen bu seferki dinleyişimde takıldım nedense bu söze: "Uzaktan bakınca sanki, yaşamak güzel" O değil de, "Kuşku" ne güzel bir kelime değil mi?

R2-D2'nun yeniden doğumu

R2-D2 benim yaklaşık iki yıllık yakın dostum. İlk tanıştığımız zamanlarda o kadar yakın değildik ama birlikte Norveç'e gittikten sonra çok yakınlaştık. Zamanımızın çoğunu başbaşa geçirdik. Birlikte hem çok çalıştık, çok güzel projelere imza attık; hem de çok eğlendik, filmler diziler izledik. Norveç'ten çıkınca da birlikte gezdik Avrupa'yı: Kopenhag, Hamburg, Brüksel, Berlin ve Prag... O benimle Ostrava'daki Iron Maiden konseri ne gelmedi, Prag'da kaldı. Konserden sonraki gün birlikte döndük İstanbul'a Prag'dan. İstanbul'da uzunca bir süre R2-D2'yla takılmaya devam ettik ama hayatıma HAL9000 de girmişti tekrar. Ne yalan söyleyeyim, HAL9000'e bir türlü kanım ısınmadı. R2-D2'yla sahip olduğumuz yakınlığı bir türlü yakalayamadık. HAL9000'le de çalıştık ve eğlendik ama onu asla bir dostum gibi göremedim. R2-D2'yla da, Norveç'teki kadar çok olmasa da bayağı bir zaman geçirdik. Okula gittik, Taksim'e gittik, gezdik... Ama çok yoruld

Tanrım ne yapıyorum ben?

Ne zamandır bloga doğru düzgün bir şeyler yazmadığımı ben de fark ettim. En son film festivali zamanında yazmışım kendimle, hayatımın nasıl gittiğiyle ilgili elle tutulur bir şeyler. Zaten festival bittikten sonra da hayatım rayından çıktı (: Bir süredir neler yapıyorum, bari paylaşayım dedim. Tanrılar'a bir yakarış söz konusu değil yani başlıkta yaratılan etkinin aksine. Genel olarak okul bitsin diye bekliyorum aslında. Tezimi yazıp geçen hafta teslim ettim, pazartesi günü de savunması olacak. Bilmeyenler için tezimin başlığını paylaşayım: " Utilisation d'une carte géographique dans les systèmes interactifs d'information des transports en commun: Un test d'utilisabilité dur le système de recherche d'itinéraire d'İETT ". Tahmin edebileceğiniz gibi başlık bu kadar uzun olması münasebetiyle (Kapakta beş satır tutuyor) tezin önemli bir kısmını özetliyor. Tezde araştırmaya çalıştığım konu seyahat planlama sistemi adıyla anılan interaktif bilgilendirme sis

In conclusion

Pazar günü süper bir dalgınlık yaptım, izninizle onu paylaşayım. Çoğunuzun malûmu olduğu üzere bir süredir yoğun bir biçimde tezimle uğraşmaktaydım, blogla pek fazla ilgilenmiyor olmamın da sebebi buydu, pazartesi günü teslim ettim tezi, büyük bir hevesle önümüzdeki hafta başlayacak finallerimi bekliyorum şimdi. Pazar günümü tezin sonuç bölümünü yazmakla geçirdim. Akşamüstü gibi bitti, düzeltmelerle uğraşmak üzere bir çıktısını aldım. Bilgisayar ekranına baka baka aptallaştığımı hissettiğimden kağıt üzerinde okumak daha mantıklı geldi. Kağıt üzerinde bir-iki şeyi değiştirdim, birtakım yazım hataları mevcuttu. Kağıt üzerinde onları düzelttikten sonra tekrar bilgisayar başına geçtim, ve sanki kağıt üzerinde düzeltme yapmış olmam yeterliymiş gibi, bilgisayardaki dosyayı düzeltme yapmadan tez danışmanıma gönderdim (Hocam, eğer okuyorsanız o üçüncü paragraftaki "although" kelimesini gözardı ediniz, aynı cümledeki "a lot of" yerine de "enough" diyelim). Gerçek

Kahve

Aşağıdaki fotoğrafı tam bir sene önce bugün çekmiştim. Az önce kendime kahve koyarken hatırladım. Tez yazmak adına litrelerce kahve tükettiğim şu son birkaç hafta için ne kadar da manidar oldu...

GRAFİST12

12. Uluslararası İstanbul Grafik Tasarım Günleri GRAFİST12 başladı MSGSÜ'de. Bizler de tasarımhane ekibinden üç kişi olarak bugün başlayan atölye çalışmalarına katılıyoruz. Bendeniz Çinli tasarımcı Yang Liu 'nun yöneteceği atölyedeyim, ancak Liu yarın geleceğinden bugünkü atölye çalışmasını MSGSÜ'den Sinan Niyazioğlu yürüttü. Liu'nun işlerinden yola çıkarak piktogramlarla uğraştık. Sadece piktogramları kullanarak sosyal, kültürel, politik ya da kendimize dair istediğimiz bir konuda 35x50 bir afiş hazırlamamız istendi akşama kadar. Öğlene kadar fikir bulduk, eskiz yaptık ve akşama kadar afişlerimizi bitirip bastık. Bendeniz konu olarak geride bıraktığımız 1 Mayıs İşçi Bayramı'nda yaşananları seçtim. Uygulamalarında birtakım problemler olmasına karşın fikren sevdiğim iki adet çalışmamı aşağıda görebilirsiniz. Bu iki afişi bastırıp teslim ettim bu akşam, muhtemelen cumartesi açılışı yapılacak öğrenci işleri sergisinde de yer alacaklar üç hafta süreyle. Bu konuda ayr

Mış'lı genel geçer zaman...

>Pinhani'nin yeni albümü çıkmış... Zaman beklemezmiş... Çimen hemen dinlemiş ... Bize de tavsiye etmiş bir şarkıyı... Ben de beğenmişim sanki o şarkıyı... Albümün geri kalanı için umut vaat edici bulmuşum... Gökten üç elma düşmüş... Benim canım çok sıkılmış...