Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2007 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Hoş geldin 2008, #$%!& git 2007

Ya iki ya da üç yıl önceki yılbaşıydı. Milli Piyango Yılbaşı Çekilişi için bilet almamıştım, son hafta da bilet kalmamıştı hiçbir yerde, ben de "Tüh, sağlık olsun..." falan demiştim. O günlerde bir rüya gördüm, rüyamda 31 Aralık akşamı biletim olmadığı için beni yeni yıla almıyorlardı, eski yılda kalıyordum mecburen. 2007, hayatımın en kötü yılı oldu. İnsan en çok hatalarından öğreniyor sanırım. Ama bazen, anlamak çözmeye yetmiyor anlaşılan... (Ha, 2007'de güzel anlar olmadı mı? Oldu, ama o anların çok azı güzel anılara dönüşebildi.) İlk paragraftaki rüyamı anlatmamın sebebi de şu: yeni yıla girmek istemiyorum ben. Yeni bir yıl başlayınca birdenbire her şeyin daha iyi olacağına inanmıyorum zira. Başlıkta 2008'e hoş geldin dediğime de bakmayın, kibarlıktan dedim onu (: Herkese mutlu yıllar...

Farklı bir mizah anlayışı...

Ntvmsnbc'de bir haber okudum bugün: 2007'nin en matrak olayları diye. "2007’de dünyada insanları güldüren olaylar da meydana geldi" spotuyla başlayan haberdeki yedi adet matrak olaydan bir tanesi de şuydu: İngiltere’nin başkenti Londra’nın merkezindeki bir lokantada yemek yiyenler, pantolonunu indiren adam yüzünden şaşkına döndü. Mutfaktan bir bıçak kapan adam, herkesin ortasında cinsel organını kesti. Haberi yazan Anadolu Ajansı'ndaki elemanın mizah anlayışına mı şapka çıkarsam, yoksa haberi siteye koyan Ntvmsnbc elemanının mizah anlayışına mı şapka çıkarsam bilemedim. Hayat işte, kimin neyi matrak bulacağı belli olmuyor...

"Blood is my life"

ABD'deki senaryo yazarlarının grevi sonucunda takip ettiğim diziler birer birer sessizliğe gömülmüşken, fakültemizin öğretim kadrosunun bir bölümünün şiddetli tavsiyeleri üzerine Dexter izlemeye başladım. Başladım demişken, bayram tatilinde ilk sezonu bitirdim demek istemiştim... Konudan kısaca bahsedecek olursak, Dexter içinde dizginleyemediği bir öldürme dürtüsü olan temiz yüzlü bir arkadaşımızdır. Gündüzlerini Miami polisinin adli tıp bölümünde kan analizi yaparak geçiren Dexter, geceleri ise seri katil olarak adam öldürmekte, öldürdüğü insanlardan bir damla kan alıp koleksiyonunda saklamaktadır. Günlerden bir gün Miami'de bir fahişenin ölü bedeni bulunur ve cesette bir damla bile kan yoktur. Soruşturma ilerledikçe Dexter bir taraftan kendi kökenlerini keşfetmeye diğer taraftan ise çevresiyle olan ilişkilerini gözden geçirmeye başlar ve olaylar gelişir... -Ne kadar da cıvık başlayıp gazetelerin sinema sayfasındaki tanıtımlar gibi bitirdim, haddi hesabı yok-

Nuh'un gemisinde tek başına gibi...

Barış Manço, Kara Sevda 'nın sözlerini yazarken acaba kimse ona dedi mi, ya da kendi düşündü mü "Ulan eksi 40 derecede su olmaz, olsa olsa o buz olur" diye? Eğer düşündüyse o dizelerin altında aslında farklı bir anlam mı var? Nasıl yorumlamak gerekiyor?

Azar azar, bölüm bölüm, yavaş yavaş

Bugün yaşıtım olan yakın bir arkadaşım, kendisinden birkaç yaş küçük birisiyle telefonda konuşurken cümle içinde "peyderpey" kelimesini kullandı. Sonra durdu. "Siz peyderpey ne demek biliyor musunuz?" diye sordu. Sanırım olumlu bir cevap aldı ve konuşmasına devam etti. Ben durum da beni eğlendirdi. Bugün bir iş görüşmesine gittim. Görüşme süreci devam ediyor, henüz portfolyomu gösterebilmiş değilim, biraz ani oldu bugünkü görüşme. Bununla birlikte kariyer planı seçeneklerime bir tanesi daha eklendi. Zaten iki taneyken sıkıntı yaratıyorlardı, şimdi daha da üstüme gelmeye başladılar sanki. Off, son sınıftayken önünde en az bir kariyer seçeneği olan bir insanın şikayetçi olması bir taraftan vicdan azabı da yaratmıyor değil aslında. Aman, ne bileyim...

Bitmiş cümlelerin sonuna üç nokta koymak üzerine...

Bir şeyler yazmaya başladım önce, ingilizce... Birkaç cümleden sonra sildim... Sonra başka bir şeyler yazmaya başladım, Şebnem Ferah'ın "Korkarak yaşıyorsan" şarkısına cevap niteliğinde... Yazdım bir süre, sonra sildim... Bu olaylar olmadan önce, olurken ve olduktan sonra; kafamdan cümlecikler geçti. Bir kısmı korkup geldiği yere geri kaçtı; geri kalan cümlecikler ise kafamdan dışarı çıkınca kendi varlıklarını sorgulamaya başladılar, daha fazla dayanamadılar ve var olmaktan vaz geçtiler... Yağmur ne zaman diner acaba?

Çin demişken III

Sevgili alces'in Çin demişken serisine naçizane bir ek yapayım dedim, ek yapmışken konuyu biraz dallandırıp budaklandırdım, internette sansür üzerine kendimce bir şeyler konuştum, umarım sevgili alces bu yaptıklarımda bir mahzur görmez. Bilindiği üzere Çin, bir hayli sansür uygulayan bir hükümete sahip ve bu sansürden internet de nasibini alıyor. Erişimi engellenen siteler arasında şunları saymak mümkün: Wikipedia (31 Ağustos 2007'e kadar sadece Çince versiyonu, ardından tüm Wikimedia siteleri), Project Gutenberg , BBC Çince Servisi, Birleşmiş Milletler Haber Sitesi , Yahoo! Hong Kong, Yahoo! Tayvan Haber Sitesi, Opera Community Blogları , flickr serverları (Sitenin kendisi açılıyor ama image serverları bloke), Blogspot blogları (Ama Blogger değil, nasıl ve neden oluyorsa), Wordpress , Yahoo! Tayvan Blogları, Hong Kong Demokratik Partisi, Merkezi Tibet Yönetimi vesaire vesaire... Bu yukarıdakiler erişimi engellenen siteler. Sansürün başka metodları da mevcut elbette. Mese

Mr President

Bugünkü Penguen'de (Aslında yarınki Penguen oluyor) "Küçük devletin başkanı da ne pismiş" diye bir karikatür vardı. Eve dönerken otobüste okudum. Eve geldikten sonra haberlere bakınırken de şu haberi gördüm. Tıklamamış olanlar için kısaca özetleyeyim, Gloria Jean's KKTC'de ilk şubesini açmış, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat da açılışa katılmış. KKTC'ye uygulanan ambargonun yan etkilerinden bir tanesi de çok uluslu şirketlerin çeşitli baskılar sonucu Kuzey'de şube açmalarının engellenmesi. Çoğunlukla şirketler bu baskıların etrafından dolanıyorlar, en göze çarpan örneği sanırım hizmet ve ürünleri birebir aynı olmasına rağmen KKTC'deki Burger King franchise'ının isminin Burger City, Whopper'ın da W Burger olmasıdır. Bu durumda Gloria Jean's'in KKTC'de şube açmış olması ve bunu ismini GJC's gibi bir şey yapmadan gerçekleştirmiş olması, izolasyonların bir nebze de olsa azalmaya başladığının bir göstergesi olarak elbette ki ö

Tavuk çevirme

Bir haftadır bir şey yazmadım buraya (Stating the obvious). "Zaten blog kardeşliğimde de bir suskunluk söz konusu" diye düşünüyordum ki, dün gece Çimen beni duymuşcasına hızlı bir atak yaptı. absen ise sakin ama istikrarlı bir tempoda devam etmekte. Diğer taraftan Sadun da, içip içip ilan-ı aşk ettikten sonra benimki gibi bir suskunluğa gömüldü. alces desen zaten seyrek yazıyor. Her neyse, kendi ilgisizliğimi başkalarının da üzerine atıp vicdanımı biraz rahatlattıktan sonra bir şeyler yazabilirim artık. Gerçi ne yalan söyleyeyim, çok da yazacak şey yok aslında. Geçtiğimiz hafta genel anlamda durgun ve sıkıcıydı diyebilirim. Zaten bir çeviri işi aldım, üç gündür evden neredeyse hiç çıkmadan onunla uğraşıyorum. Çeşitli park yönetimi stratejileri konusunda derin bilgilere sahibim artık. Yarın bitirebilirsem bu çeviriyi süper olur. Çeviriyi yaparken arada seslisozluk 'ten yararlanıyorum. Neredeyse her kelime bulunuyor ama bilmem nedendir bir kelimenin anlamını birkaç d

MP3 arşivi, ALES ve diğerleri...

Şu yazıda başlamış olduğum işi az önce bitirdim. İndirdiğim bütün albüm kapaklarını albümlerle eşleştirdim yani. Başım da göğe erdi, evet... Bu işi de hallettiğime göre, sanırım artık yarın sabahki ALES 'e çalışmaya başlayabilirim...

Sınavların ilk haftası ve obez kirpi George

2007 yılı içinde ilk defa sınav oldum dün. Yazılı olarak diye belirteyim. Bilindiği üzere geçen yılın bahar dönemini Norveç'te okudum. Ocak-Haziran arası oradaydım. Burada, ilk dönem derslerinin final sınavlarını da Aralık 2006 sonunda oldum, zaten sonra yılbaşı, bayram ve Norveç (6 Ocak). Norveç'te toplam üç (rakamla 3) ders aldım, hiçbirinin yazılı sınavı yoktu. Biri fotoğraf dersiydi, portfolyo hazırladım ve sözlü sınava girdim. Diğeri tasarım dersiydi, bir dergi yaptım, bir de Volda'da Nisan sonunda yapılan belgesel film festivali 'nin katalogunu yapan ekibe katıldım. Esas önemli olan bu iki dersti zaten, 15'er krediydi ikisi de ve ihtiyacım olan 30 krediyi karşılıyorlardı. Üçüncü dersim de geyik olsun diye aldığım inanılmaz bayık ve anlamsız çıkan 2 kredilik Norveç Dili, Kültürü ve Karakteri dersiydi. Bunda da Norveç'in neden AB'ye üye olmadığını anlatan bir ödev hazırladım final olarak. Uzun lafın kısası, fotoğraf sözlüsünü saymazsak Norveç'te sına

Akıl sağlığını yitirme aşamasında MP3'lerin önemi üzerine bir vaka incelemesi

MP3'lerimi düzenlemek konusunda sanırım biraz takıntılıyım. Arkadaşlarım bilirler, odam dağınıktır, hatta genel anlamda dağınık bir insanımdır. Ama, MP3'lerimi düzenli tutmak için özel bir çaba harcarım, eğer onlar da dağınık olursa ucunu toparlayamam muhtemelen bir türlü. O yüzden, tek tek şarkılardansa albüm albüm tutarım MP3'lerimi, iTunes arşivim de albümlere göre düzenlenmiştir zaten. Her birinin ID3 etiketleri düzenlidir, ya CD'den MP3'e çevirirken CDDB'den alırım ID3 bilgilerini, ya da gerektiğinde elle girerim. MP3 çalarımı aldığımda bir haftasonu uğraşmıştım bu arşivi düzenlemek için. Bir de şöyle bir problem var mesela, ID3 versiyonları. iTunes ID3 2.2 versiyonunu destekliyor. Ama Creative Zen Touch'ım türkçe karakterleri desteklemediğinden türkçe karakter içeren şarkıların ID3 etiketlerini 1.1 versiyonuna çeviririm. Dosya isimlerini de türkçe karakterlerden arındırmak gerekiyor ayrıca. Her yeni albüm alıp MP3'e çevirdikten sonra Zen Touch

Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!

D&R'dan içeri girdim çarşamba sabahı, " High Fidelity 'nin DVD'sini arıyorum" dedim. Adam önce belki ortalıkta bir yerdedir de arkaya gidip bilgisayara bakmak zorunda kalmam bakışıyla çevresini gözlemledi, sonra umutsuzluk içinde arkaya yollandı, ben de ortalıkta olsaydı önce ben görürdüm birader bakışımı bir kenara bırakıp takip ettim. Bilgisayara bakınca gördük ki, DVD'nin üretimi durdurulmuş, 2006'da bile gelmemiş hiç. Akşam idéefixe 'e baktım, orada mevcuttu, siparişimi verdim. Sahip olmak ilginç bir duygu. Bu arada, şuna gönülden inanıyorum ki eğer DVD'lerin böyle kutuları olmasa o kadar sevmezdik. Yani, 12 cm çapında bir plastik parçası neticesinde ve kağıt bir zarfta da satılabilir. Ama o kutu var ya, VHS döneminden kalma beklentilerimiza hitap eden o kutu, işte o aldığımızın 12 cm çapında bir plastik tekerlekten daha fazlası olduğuna ikna ediyor bizi, "Abi, koskoca film satın aldın baksana, içinde John Cusack var mesela, hem de

Sen ne güzel bir adamdın Ray abi...

Eminim Ray filmini seyreden her kişi Ray Charles'a karşı bir sevgi beslemekten geri kalmamıştır, eğer önceden beslemeye başlamadılarsa... Beni az çok tanıyan herhangi bir insana "Sarper'in en çok izlediği film hangisidir?" diye sorsanız alacağınız cevap Star Wars olur. Beni cidden yakından tanıyan birine sorarsanız alacağınız cevap ise "Blues Brothers" olur. Şu yazımda abimin müzik zevkim üzerindeki etkisinden bir miktar bahsetmiştim. Benim Blues Brothers sevgim de, abimin film zevkim üzerindeki etkisinin bir göstergesidir. 1980'li yıllardan birinde TRT 2'den videoya (beta) kaydedilmiş bir filmdi Blues Brothers. Orijinal dilinde (İngilizce) ve altyazılıydı. Neden bilmiyorum, döner döner seyrederdim bu filmi. Kazık kadar adam oldum, beta video kalmadı artık ortalıkta ama ben hâlâ bu filmi seyrediyorum muntazaman (artık DVD var). Film hâlâ güzel... Aşağıdaki sahne benim Ray Charles ile ilk tanışmam. Ray Charles öldüğünde sanki onu tanıyormuş da ü

Paylaşmak güzeldir...

Geçen yazının sonunda demiştim paylaşmak güzeldir diye. Hafta bitmeden biraz daha paylaştım. Liseme gittim cuma sabahı, HASAL 'a. Serpil Hocam'ın sınıfıyla tanıştım. Eski bir HASAL'lı ve beş küsür yıllık bir üniversiteli olarak -eşsiz- deneyimlerimi paylaştım. Birkaç hafta önce aklıma gelmişti. Bir nevî sorumluluk hissettim diyebilirim. Hani, hayatı yemiş bitirmiş birisi değilim elbette ama en azından hâlâ lise sıralarında oturan arkadaşlarımla paylaşabilecek az buçuk bir deneyimim var. Kafalarında oluşması muhtemel sorulara aşina olduğum gibi o soruların cevaplarına ya sahibim, ya da cevapların nerede bulunabileceği hakkında fikir sahibiyim. Ve, geçen yazının sonunda da dediğim gibi, paylaşmak güzeldir... Nostalji diye bir şey var. Çok az kimse şu anda sahip olduğu yaşantısından memnun, hâl böyle olunca eskiye özlem doruğa çıkıyor. Aslında bundan beş yıl önce de yaşamımızdan şikayetçiydik, ama bu günden bakınca o günler çok mutluymuş gibi görünüyor. Öğretmenlerde de h

Sen de çiz çiz çiz bir kenara...

Tasarımhane'ye yeni katılan arkadaşlarımızla ilk dersimizi yaptık bugün: Temel Tasarım Atölyesi. Ekibin ağzı en çok laf yapan elemanı olduğumdan olsa gerek, dersin işleyişi de benim sorumluluğuma kaldı. Bir nevî hocalık yaptım aslında. Çok öğretici bir pozisyonum yoktu elbette ama yine de yaklaşık 2 saat boyunca konuşup çalışmaları yürütüp yorumlamakla uğraştım. İlgi güzeldi ama biraz bizim deneyimsizliğimizden olsa gerek soyutlamanın tam olarak ne olduğunu anlatamadık, öyle olunca da arkadaşlar gerçekçilikten çok uzaklaşamadılar. Ama arada süper bir biçimde beni çizdiler. Hatta bir ara eser sahiplerinden izin alıp bir-ikisini buraya koysam mı? Hmm, olabilir... Sonuç olarak iki saatlik bir dersin büyük bir kısmını yürüttüm, aldığım yorumlar da iyiydi. Hocalık eğlenceliymiş. Arkadaşlarımın birer birer akademisyenliğe adım attığı, sevgili Çimen'in laboratuvarında lisans öğrencilerinin omzunun üstünden bakıp "Tcık tcık tcık" yaptığı şu günlerde ben de ucundan kıyısında

Tehlike anında birbirinize doğru koşunuz

Bir nevî aşkın tanımı belki de (: Bergen Sanat Müzesi, 3 Nisan 2007

Antalya, gün 4

Everything that has a beginning has an end. At least The Matrix Revolutions poster said so. Some stories have a happy ending, while some simply don't. And some stories... Well, they just have a beginning.

Antalya, gün 3

Hoş bir gün: Serra Yılmaz'la bir söyleşi, ki süper bir kadınmış, ardından da 3 film: Svalbard Adası'ndan -İsmi Loki olan biriyle tanışırsanız hemen kaçın- Lizbon'a, oradan Uruguay-Brezilya sınırına -Bu devirde Papa'ya bile güvenmeyeceksin- seyahatler... PS: With special thanks to Mr Neil Gaiman on a more personal level...

Antalya, gün 2

Bugün neler öğrendik? Altın Portakal'da kısa filmler ön elemesini bir kasa portakala yaptırmışlar. Eğer ana karakter boyaları dökülmüş bir duvarın önünde yürümüyorsa o film kısa film değildir. Asla bir Arap berberin damarına basma. Çin devleti süper bir devlettir, vatandaşına hem analık hem babalık yapar. Sansür mü, o ne?

Antalya, gün 1

Londra'daki Doğu Avrupalı kaçak işçiler, delik deşik olup can veren Çin askerleri, şefine emeklilik hediyesi olarak kendi kulağını kesip veren Hong Konglu polis dedektifi... Altın Portakal'daki ilk günümün özeti.

Kırk bir eksi dört

Filmekimi'ne sadece tadımlık düzeyde katılabilmişken, Altın Portakal'dan tam bir ısırık alabilmek için sabahın kör karanlığında yola çıktım. TK410, Antalya'da hava açık, 13.00'de ilk filme gitmek üzere lobide buluşuyoruz...

Sometimes we loop

Müzikle ilişkimiz nasıldır, nasıl olmalıdır? Geçenlerde bir ara sevgili dostum Emre'yle konuşmuştuk bu konudan. Müziğin onun hayatında, benim hayatımda olduğu kadar yeri yoktur. Yani, o da müzik dinler elbette ama hayatının her anını müzikle doldurmak gibi bir derdi yoktur. Benim de yok tabii böyle bir derdim ama zevk ve alışkanlık işte, muhtemelen uyumadığım ve başka bir şey dinlemek zorunda olmadığım zamanların çok büyük bir kısmında müzik dinliyorumdur. Her sabah uyanınca mesela, giyinmeye başlamadan önce illaki ya bilgisayardan ya da mp3 çalardan bir şeyler çalmaya başlarım (Akşamları soyunurken çalmıyorum genelde, ne o öyle striptiz gibi...). Zaten çoğu sabahlar kafamda bir şarkıyla uyanırım. Eğer o günlerde dinlemekte olmadığım bir şarkıysa düşünürüm "Nereden çıktı bu şarkı şimdi?" diye. O şarkıyı en son dinlediğim zamanı hatırlamaya çalışırım, ya da o şarkıyı en çok dinlediğim zamanı. Ha evet, bende böyle bir şey de var, kimi zaman bir şarkıya feci takıyorum, günle

İç içe

Sevgili KIzçocuğu'nın şu yazısı yüzünden dönüp bir içime baktım. Bir süredir iç içe olmamızdan dolayı kıllanıyordum içimden zaten ama bakmamaya çalışıyordum. Hani muhabbetini hiç çekemediğiniz ama bir şekilde aynı ortamda bulunduğunuz insanlar vardır, yanınızda dursa bile ondan yana dönmezsiniz, ki bu bir çaba gerektirir, kısa cevaplar falan verirsiniz. Yani, en azından ben böyle yaparım, biraz terbiyesizim galiba... Her neyse, konu bu değildi. Kıllanıyor ve içime bakmıyordum. Bugün baktım, ilginçmiş. Odamın yeni toplanmış hâline benziyor. Gereksiz şeyler atılmış, her şey temizlenmiş, eşyalar yerlerinde, her şey -ilk defa- olması gerektiği gibi. Ne var ki, elektrikler kesik. Trafo falan patlamış herhalde, çabuk gelmez...

Kars Seyahati: Fotoğraflar

Doğubayazıt 1 (İshak Paşa Sarayı) Originally uploaded by bssenol

Kars Seyahati Bölüm 4: Erzurum ve Kürkçü Dükkanı

Bölüm 1: "Allah Allah, ne işin var ki Kars'ta?" Bölüm 2: Serhat şehri Kars Bölüm 3: Ağrı Dağı'nın gölgesinde Ağrı Doğu Turizm'le seyahat ediyorum Doğubayazıt'tan Erzurum'a. Sanırım otobüste anadili Türkçe olan bir tek ben varım. Mesafe yaklaşık 300 kilometre, yol da biraz bozuk, toplam beş buçuk saat sürüyor. Ağrı'yı geçtikten sonra, Erzurum'a kadar iki defa Jandarma durduruyor kimlik kontrolü için. Erzurum'da da yine bir yol ortasında indiriyor otobüs. Yine şehir merkezi olduğunu tahmin ettiğim yere doğru yürüyorum. Erzurum büyük bir şehir, yaklaşık yarım saat sürüyor şehir merkezine ulaşmam. Otel bakınıyorum, buluyorum: Esadaş Oteli, Doğubayazıt'ta olduğu gibi, burada da kablosuz internet mevcut. Otele yerleştikten sonra çıkıp yürüyorum Erzurum'da. Erzurum'da bayağı bir yürüdüm. Sanırım şehir büyük olduğundan. Cumhuriyet Caddesi boyunca yürüyüp Çifte Minareli Medrese'yi gezdim önce. Sonra da onun karşısında yer alan Erzu

Kars Seyahati Bölüm 3: Ağrı Dağı'nın gölgesinde

Bölüm 1: "Allah Allah, ne işin var ki Kars'ta?" Bölüm 2: Serhat şehri Kars Kars'tan Doğubayazıt'a ulaşmak için önce Iğdır'a gitmek gerekiyor. Bir başka serhat şehri olan Iğdır'a Serhat Iğdır Turizm'in midibüsüyle ulaşıyorum iki saatte. Midibüs beni çevremdekilerin otogar olduğunu iddia ettiği bir yerde indiriyor. Sokak üzerinde, iki binanın arasındaki bir boşluk. Tahminimce, Iğdır şehrinin gerçek bir otogarı var, burası ise sadece yakın yerlere giden daha küçük araçların hareket ettiği bir nokta. Zira, indiğim yerin hemen arkasında bir Doğubayazıt minibüsü beni bekliyor. Yarım saatten biraz fazla süren Iğdır-Doğubayazıt yolunu da 60'lı yaşlarda Amerikalı bir çiftle birlikte alıyoruz. Minibüsten indikten sonra, yine bir otel aramaya koyuluyorum, biraz gezindikten sonra Otel Urartu'da karar kılıyorum. Bilseydim laptop'umu götürürdüm, zira Otel Urartu'da kablosuz internet mevcut. Odama yerleştikten sonra İshak Paşa Sarayı'nın yolu

Aşkımı Süpürmüşler!

Erkin Koray'ın Çöpçüler şarkısını bilirsiniz. Peki o şarkının esasında Ali Toprak'a, nam-ı diğer Sokak Çocuğu Ali'ye ait bir eser olduğunu bilir miydiniz? Ben de bilmezdim, artık biliyorum. Daha fazla bilgi için Ekşi Sözlük 'te Sokak Çocuğu Ali başlığına bakabilirsiniz. Şarkının bestecisi tarafından söylenen orijinal versiyonu. Erkin Koray - Çöpçüler, Efes Pilsen Blues Festival 16 (2005)

Bir evcil hayvan olarak sıçan

Bazı insanların ne kadar boş vakti ve ne kadar az derdi var ki böyle şeylerle uğraşabiliyorlar. Bir haber okudum az önce, haberde Aprac diye bir kurum geçiyor. "L'Association de Promotion du Rat comme Animal de Compagnie", yani Sıçanın Evcil Hayvan Olarak Tanıtılması Derneği. Ratatouille filminin ardından Fransa'da fare çılgınlığı başlamış, bu da faaliyetlerine geçen sene başlamış olan Aprac'a olan ilgiyi artırmış. Ratoupédia sitesi de evcil sıçanlarla ilgili hazırladığı broşürünü film dolayısıyla yenilemiş. Sonuç olarak görüyoruz ki, sıçanlar bizim dostumuz, onları sevelim, koruyalım, evimize alıp besleyelim. Bu arada, sıçanların farelerin çoğundan daha büyük olduklarını, ama ağırlıklarının en fazla 500 gram civarında olduğunu biliyor muydunuz? Teşekkürler Ratoupédia!

Kars Seyahati Bölüm 2: Serhat şehri Kars

Bölüm 1: "Allah Allah, ne işin var ki Kars'ta?" Hani bir şehre ilk adımınızı atarken edinilen, yani otobüsten, trenden ya da uçaktan inerken, ilk izlenim vardır ya, işte o. Kars için hiç de umut verici değildi o ilk izlenim (: Ya platform kısaydı, ya da makinist 1366 kilometrenin sonunda bir 10 metre daha gitmeye üşendi, bilemiyorum. Ama en arkada bulunan yataklı vagon platforma denk gelmediğinden, ben vagonun kapısını açıp (Zaten Erzurum'dan sonra bir tek ben kalmıştım vagonda) doğrudan raylara attım kendimi. Rayları geçtim, birinci platforma ulaştım ve gar binasının yanındaki aralıktan Kars şehrinin sokaklarına doğru süzüldüm. Tam da o sırada iftar oldu. Biraz etrafa bakındım, sonra da şehir merkezi olduğunu tahmin ettiğim yöne doğru yürümeye başladım, birkaç dakika sonra da tahminimin doğru çıktığını çocuksu bir gururla fark ettim. Yolda okuduğum Kar'dan tanıdığım Faikbey Caddesi boyunca yürüyüp otellere bakındım, uygun görünen bir tanesine girdim: "Ba

MSN vs BLOG

Dün akşam Kars seyahatimle ilgili yazmaya başladım blog için. Sonra Chris online oldu, muhabbete daldım. Sordum: "Neler oluyor yine sizin orada? Yine bölünme tartışmaları alevlenmiş...", dedi ki "Brüksel'in ne olacağı sorusu bu ülkenin hâlâ bölünmemiş olmasının en büyük sebebi". Bu akşam tekrar açtım yazıyı, kaldığım yerden devam edeyim diye. Derken bu sefer de Sadun'la muhabbete daldım. Norveç'ten Paris'e, oradan Kars'a geniş bir coğrafyayı kapsadı muhabbetimiz. Böyleyken böyle, sonuçta dün üç paragraf yazmıştım, bugün de anca iki paragraf ekleyebildim. Sonra da "Amaan, dedim, bunu koyayım, sonra devam ederim". Evet, seyahatin Kars'a kadar olan kısmı mevcut, gerisi gelecek. Uzaktaki dostlardan biri ya da birkaçı daha online olmazsa şu günlerde...

Kars Seyahati Bölüm 1: "Allah Allah, ne işin var ki Kars'ta?"

Böyle dedi bana kondüktör amca, Ankara'dan Kars'a doğru yol alırken. Bir anlam veremedi Kars'a gezmeye gidişime. Tekrar sordu, "Neden Kars?" diye, ne yalan söyleyeyim ben de açıklamakta zorlandım. "Demirkubuz'un Kader'i, Nuri Bilge'nin İklimler'i falan..." diyemedim hâliyle. "İşte, filmlerde falan görmüştüm, ilginç geldi, gezmek görmek falan lazım..." gibi bir şeyler geveledim. "Allah Allah, dedi yine, eh hayırlı yolculuklar öyleyse sana..." Biraz daha öncesine dönelim bakalım. Bilindiği üzere , 19 Eylül Çarşamba akşamı çıktım yola. İlk durak Ankara olacak şekilde. 23:30'da Haydarpaşa Garı'nı terk eden Fatih Ekspresi'ne Deniz'le birlikte bindik. Programlarımızın çakışması sonucu Ankara'ya kadar birlikte gittik. Oturduk yemekli vagona, konuştuk biralar eşliğinde. Bilen bilir, anlatacaklarım bol şu sıralar. Uzun zamandır görüşmediğimizden Deniz'in de anlatacakları birikmiş, konuştuk işte... Deniz,

Erkan Can

Yahu, Erkan Can'ın gerçekten çok başarılı bir oyuncu olması bir tarafa, esas başarısı yıllar yılı Mahallenin Muhtarları'nda Temel rolünü oynadıktan sonra halkın gözünde kendini usta oyuncu statüsüne yükseltebilmiş olması değil mi sizce de?

Çağıran bir şeyler var hep, beni uzak şehirlerde*

"Biletlerimi attım cebime" demek isterdim ama, malum, biletlerimiz artık elektronik. "Kredi kartımı attım cebime" demek sanırım daha doğru olacak. Yarın akşam bu saatlerde yoldayım... Gezmek güzel şey. Deniz, güneş, kum üçlemesindense bir yerleri gezmeyi hep tercih etmişimdir tatillerimde. Şansıma bu sene yurtdışında geçirdiğim beş ayımda gezme fırsatım oldu. İstanbul'a döndükten sonra ise yaz tatilimi ajansa gömdüm: iki buçuk aylık bir staj dönemi geçirdim. Okulun açılmasına iki hafta kala tekrar özgürlüğüme kavuştum. Bu yaz henüz denize girmedim. Zaten yaz da bitti. Eğer yanıma bir yâren bulabilseydim Bodrum'a falan giderdim ama herkesin okulu benimkinden erken başlıyor malesef. Ben de "madem öyle" diyerek, alıp başımı Kars'a gitmeye karar verdim. "Neden Kars?" diye soruyor insan. Ne zamandır gitmek istediğim bir yerdi. Gerek Demirkubuz'un Kader'i, gerekse Nuri Bilge'nin İklimler'i beni bu şehre gitmeye heveslendi

Quis custodiet ipsos custodes?*

Wikipedia'da Alan Moore'un sayfasında "Literary movement: comic books as serious literature" yazmakta. İnanmayan baksın (: Yazdığı eserlerin sinemaya uyarlanmasından hiç hazzetmeyen, hatta sinemaya uyarlanmış eserlerinde (örn: V for Vendetta) isminin geçmesini bile kabul etmeyen bu huysuz amca, her ne kadar ülkemizde adını V'nin sinemaya uyarlanmasıyla birlikte duyurmuş olsa da, esasında sol tarafta kapağını gördüğünüz Watchmen isimli eseriyle bir hayli ses getirmiştir. Eylül 1986 - Ekim 1987 arasında on iki sayı hâlinde yayınlanmış olan Watchmen , Time dergisinin 1923'den beri en iyi 100 İngilizce roman listesine girmeyi başarmış tek çizgi roman (graphic novel). Çizgi romana yeni bir boyut kattığı iddia edilen bu eserin en azından süper kahramanlar konseptine farklı bir bakış getirdiği aşikar. Konuyu kısaca ele alacak olursak, süper kahramanların gerçekten yaşayıp, 1977 yılında çıkartılmış bir yasa sonucu yasaklandığı alternatif bir 1985'de geçiyor hika

On bira yınsultanı*

İnananların ramazan ayının hayırlı geçmesini dilerken bu sefer kaç adet "Akşam ezanını erken okuduğu için mahalleliden dayak yiyen müezzin" haberine rastlayacağız diye de merakla beklemekteyim. *: Bir Yiğit Özgür karikatürü.

Hayırdır inşallah...

Blog ilginç bir şey bence. Açıkçası, bir kullanıcı olarak online ortama bir katkıda bulunmayı pek sevmiyorum. En azından, kişisel düzeyde. Hani, bir wikipedia'da makale yazmak böyle bir şey değil. Ama, öyle ya da böyle, bir biçimde online bir profil oluşturmak hoşuma gitmiyor nedense. Son zamanlarda dikkatimi çekti ki, blog da aslında böyle bir duruma gelmeye başlamış. Online bir topluluk (community) hâline gelmeye başlamış blog yazarları, hatta yurtdışındaki blog yazarlarının sendika kurmayı düşündüklerine dair bir haber bile okudum. Ben, kendi adıma, iletişimin hiçbir türünü yüzyüze iletişim kadar sağlıklı bulmuyorum. Hatta, genel anlamda hayatımda pek çok şeyin doğrudan, olduğu gibi, sade olmasını tercih etmişimdir. Neyse, neden yazdığım sanırım şimdilik çok önemli değil. Sanırım kendimi ifade edecek yeni mecralar aramaya başladım, en kolayı da bu göründü... Bu arada, "Neden Norwegian Ridgeback?" sorusu gelir belki, onu cevaplayayım. 2007 senesinin başında Erasmus