Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

2010 bilançosu...

Blogda en düzenli olarak yazdığım yazılar, bu yılbaşı yazıları galiba. Sektirmeden her sene Aralık'ta bir yılbaşı yazısı yazmışım. Dilerseniz önceki senelerinkine bir göz atın, tam anlamıyla bir seri değil ama, ilginç bir retrospektif oldu az önce benim için: 2008: Hoş geldin 2008, #$%!& git 2007 2009: 'tis the season to be jolly... 2010: Geleneksel yılbaşı yazısı Geçenlerde şöyle bir kafamdan geçirdim "Yılbaşı yazısında neler yazarım bu sene?" diye. 2010'a biraz keyifli ve biraz umutlu girmiş olduğumu hatırladım, biraz kendime güldüm. Bilenler bilir, 2008'de mezun olduktan sonra bir sene boyunca Digital McCann'de çalıştım. Keyifli olduğu kadar çok da zorlu bir dönemdi. Hayatımda işten başka çok fazla bir şey var olmadı, özel hayat diye bir şeyden bahsetmek de pek mümkün değildi. Öyle ki o dönemde ev arkadaşlarım olan Emre ve Filiz'in yüzlerini bile zor görüyordum. 2009'un Eylül'ünde ajans değiştirdim. Yeni ajansım Litespell'dek

Marcus Antonius'un tiradı...

Shakespeare'in Julius Caesar eserinden Marcus Antonius 'un meşhur tiradı. Sezar ölmüş, Roma halkı da "Vay ne güzel oldu" diye sevinmektedir. Sezar'ın dostu Antonius da çıkar, "Yiğidi öldür, hakkını yeme" diye özetleyebileceğimiz bir konuşma yapar. Bu tirad, aynı zamanda tiyatro okullarının vazgeçilmez egzersizlerinden biri hâline gelmiştir (Hamlet'ten "Olmak ya da olmamak" tiradı, oyuncular tiradı, ya da Cyrano de Bergerac'tan "İstemem eksik olsun" tiradıyla yan yana anabiliriz bu bağlamda). Video, 1953 MGM yapımı Julius Caesar sinema uyarlamasından . Marcus Antonius'u Marlon Brando canlandırıyor.

Sarpersel Veriler: 12/10/2010

Girilen toplantı sayısı: 2 Binilen metro sayısı: 5 Binilen otobüs sayısı: 3 Binilen taksi sayısı: 2 Binilen tramvay sayısı: 1 Yemekler: 12:30 - Öğle yemeği kisvesinde Kahvaltı (Soyalı Moyalı Tavuk) 20:05 - Akşam yemeği kisvesinde ders arası atıştırması (Poğaça) 22:50 - Geceyarısı atıştırması kisvesinde Akşam yemeği (Körili Mörili Tavuklu Dürüm) 01:20 - Geceyarısı atıştırması (Peynir, kızarmış ekmek) Tüketilen kahve miktarı: 2 fincan Tüketilen çay miktarı: 2 fincan (1'i meyve çayı) Google Reader'dan okunan item sayısı: 5 Okunan dergiler: Digital Age, Penguen, Uykusuz Küfredilen kurum sayısı: 2 Neden bugün böyle bir yazı yazmak istedim, bilmiyorum...

Yıllar sonra gelen ikinci Facebook yazısı...

Bugüne dair iki olay anlatayım izninizle: 1. Sabah, Dijital Marketing sektörünün içinde yer alan birisinin Facebook'un artık popüler olmadığını iddia ettiğine şahit oldum. Bu kanıya varmasındaki en büyük etkenin, kendisinin Facebook'a haftada bir mesajlarını kontrol etmek için girmesi olduğunu ekledi. 2. Akşam da, 1969 senesinde birlikte üniversiteye başlayıp mezun olduktan sonra -tek tük ikili ilişkiler haricinde- hiç görüşmemiş yaklaşık 30 kişilik bir grubun Nevizade'de buluşup, bolca rakı içip çılgınca eğlendiğine şahit oldum. Birbirlerini Facebook üzerinden bulmuşlardı. 28 Eylül 2010, böyle bir gündü...

Zamanın değiştiremediği birtakım şeyler...

1996 senesinin Kurban Bayramı'ydı yanlış hatırlamıyorsam, -Ramazan Bayramı da olabilir- Kıbrıs'a gitmiştik ailece. Kuzenlerimden birinin eşi orada çalışıyordu o sırada, biz de fırsattan istifade kuzenler vs. derken kalabalık bir KKTC çıkartması yapmıştık. Gidiş yolumuzdaki KTHY pilotu yol boyunca susmamış; Amerika'da gezdiği Boeing fabrikasında gördüğü testlerden girip, rulet masasında uğurlu sayısının kırmızı 23 olduğundan çıkmıştı. Her neyse, bu anıdan bahsetmemin sebebi pilotun muhabbeti, Boeing fabrikası ya da Kıbrıs'ta geçirdiğim günler değil. Bu anıdan bahsetmemin sebebi, an itibariyle hazırlamakta olduğum sunum. Biraz geriye gidelim: Cuma akşamı ajanstan çıkarken, pazartesi günü öğlene yetiştirilmesi gereken sunumun metinlerini haftasonu yazacağımı söyledim. Cuma gecesi, sabahın erken saatlerine kadar içtim. Cumartesi öğleden sonra kalktım, akşamdan kalmalığımın etkisiyle bütün günü tembellik yaparak geçirdim. Akşama doğru kendime gelebildim. Yedi sene önc

A remembrance of things, along with other things...

I can think of more than a hundred reasons to be thankful to my brother, first of which is the fact that he's always been there for me. But tonight, I'm thanful for a particular one of those: his impact on my musical taste. At the very core of my musical taste lie two bands, who have been there since the beginning of time (Since I consciously started enjoying music). These two bands are Iron Maiden and U2. I know that their common points are not less numerous than goofy characters in a Christopher Nolan movie, but stuff happens... Iron Maiden is a different story. The first time I've seen them live, July 17th 2005 in Paris, I almost felt like a devout christian witnessing a true miracle, by Jesus himself. Tonight, for the first time, I've seen U2 live. I'm five years older than I was at that first Iron Maiden concert and to be frank, I didn't feel like I was witnessing a miracle, no... It was something else. Something more personal maybe, along with a lot

Mürekkep yalamak ne acaip bir laf...

Sevgili okur, Arkamdan bir ton laf etmişsindir kesin, yazacağım deyip de yazmadıklarım için... Ettiysen söyle, kızmayacağım... Cannes konusunu yazma isteğim devam ediyor, vakit bulursam yazacağım onu. Ama öncesinde son zamanlarda okuduğum kitaplardan biraz bahsedesim geldi. Üniversite yıllarımdayken bile bu kadar fazla kitap okuyabildiğim bir zaman dilimi olmamıştı sanırım. Belki, tek başıma Bodrum'a gidip sabahtan akşama kadar balkonda oturup kitap okuduğum zamanları bunun dışında tutmam gerekir. Her neyse, son 3 ay içinde 8 kitap okumuşum. Favori hikaye anlatıcılarımızdan Neil Gaiman'ın, The Graveyard Book 'uyla başlayan süreç, yıllardır kitaplığımda bekleyen iki adet bilimkurguyu devirmemle devam etti. Birisi, büyük usta Stanislav Lem 'in Dünya'da Barış isimli kitabıydı. İkincisi ise, Kerem Bey'in bana yıllar önceki bir doğumgünümde -Galiba 2006'da- hediye ettiği Dune idi. Bu son iki kitabı nihayet okuyup geride bırakmak iyi geldi. Bunların hemen

BCN - Bölüm 3:
Yedim yedim doymadım...

Previously on Gudik: BCN - Bölüm 1: Münih Havalimanı'nı kaç saniyede koştum? BCN - Bölüm 2: Ben Gaudí gördüm. " Ne Barselona'ymış be birâder, yaza yaza bitiremedin... " diye serzenişte bulunduğunu duyar gibiyim sevgili okur, şunu bil ki haksız değilsin. Ama beni az çok tanıyorsan lafı uzatmayı sevdiğimi de bilirsin... Eğer tanımıyorsan da, mesaj at, tanışalım (: Her neyse, lafı daha fazla uzatmayayım, gezilecek yerlerden bahsettim geçen yazıda. Bu yazıda da biraz yemek içmekten ve benzeri detaylardan bahsederek toparlayacağım bu yazıyı. Yemekten başlayalım. Yemekler çok güzel. Bunun kişiden kişiye değişecek bir şey olduğunu biliyorum ama, bana öyle geliyor ki her damak tadına uygun ve lezzetli bir şeyler bulmak mümkün olur Barselona'da. Bendeniz, ayıptır söylemesi, -farklı biçimlerde ve farklı türlerde olacak şekilde- bolca kırmızı et tükettim. Herbiri de birbirinden lezzetliydi. Bir gün organik-vejeteryan bir öğün yedim, gayet güzeldi. Deniz ürünlerine düş

Etkileşim azalması

Barselona seyahatine dair üçüncü ve son yazımı da yazdım. Üzerinden bir geçip, belki bir-iki fotoğraf da ekledikten sonra yarın yayınlamayı planlıyorum. Ondan önce sana sormak istediğim bir şey var sevgili okur. Blogun ilk zamanlarında gayet yüksek olan etkileşim git gide düşerek son aylarda sıfıra ulaştı. Hiçbir yazıya yorum gelmiyor neredeyse. Zaten, benim gibi blog sahibi olan pek çok yakın arkadaşım artık yazmayı da bıraktılar. Üzücü biraz. Her neyse, şunu soracağım: Neden yorum yapmıyorsun? Yine yorum yapmazsın diye, yan tarafa bir anket ekliyorum, bari onu cevapla (: Yorum da yapabilirsin tabii...

BCN - Bölüm 2:
Ben Gaudí gördüm.

Previously on Gudik: BCN - Bölüm 1: Münih Havalimanı'nı kaç saniyede koştum? Barselona macerası kaldığı yerden devam. Şimdiden söz veriyorum sevgili okur, bir önceki yazı kadar uzatmamaya çalışacağım lafı. Hatta, eğer becerebilirsem kronolojikten ziyade daha tematik bir sıralamayla karşına çıkma niyetindeyim. Bakalım olacak mı? Barselona'yı gezmem şu ana kadarki en keyifli seyahatlerimden birisi oldu. Bunun en büyük sebebi de, Deniz Hanım 'ın orada yaşaması ve onun sayesinde benim de orada yaşarmış gibi yapabilmem oldu. Yani, ortalama bir turistten farklı olarak, Barselona'da hâlihazırda yaşanan hayatın ritminin içine biraz olsun girebilmiş oldum. Aynı zamanda, Barselona'da geçirdiğim kısa sürenin Deniz'in taşınmasına denk gelmesi lojistik açıdan birtakım sıkıntılar doğurmuş olsa da, kendisinin ev arama sürecine burnumu sokma fırsatını yaratmasıyla ilgi çekici bir deneyim sağladı. Zannedersem 6-7 tane daire gezmişimdir Barselona'da, emlak koşullarıyla il

BCN - Bölüm 1:
Münih Havalimanı'nı kaç saniyede koştum?

"Kül bulutları dağılır mı? Lufthansa yine grev yapar mı?" gibi endişelerin gölgesinde geçen coşkulu bir haftanın cuma sabahında, TBMM'nin kuruluşunun tam da 90. yıl dönümünde İstanbul'dan Münih aktarmalı bir şekilde Barselona'ya doğru yola çıktım. Gece sadece iki saat uyumuş olmamdan mütevellit, Münih uçuşunu kahvaltı servisi haricinde uyuyarak geçirdim. Uyandığımda planlanmış iniş saati gelmişti ancak biz hâlâ havadaydık. Münih'teki aktarma sürem sadece bir saat olduğundan bu durum beni bir miktar kıllandırdı. Yaklaşık 15 dakikalık bir gecikmeyle Münih'e indik. Uçaktan inmemle birlikte koşmaya başladım. İlk kontrol noktam, orta düzeyde bir kalabalık içeren pasaport kontrol gişesi oldu. Alman polis memuru seyahatimle ilgili her detayı -Cebimdeki paranın miktarına dek- öğrendikten sonra tatmin olmuş bir şekilde pasaportuma damgayı bastı, ben de ikinci kontrol noktam olan güvenlik kapısına doğru koşmaya devam ettim. Güvenlik kontrolündeki memur çantamdak

Kısa bir aranın ardından...

Ayaklı Etkinlik Takvimi için yazdığım yazıyı saymazsak, en son Şubat'ta eli yüzü düzgün bir şey yazmışım bloga. Şubat ortasından aşağı yukarı Nisan ortasına kadar keyifsiz bir dönem geçirdim, hayatımın geneline sirayet eden bir isteksizlik hâli, kaçınılmaz bir şekilde blogda da kendini gösterdi. Son birkaç haftada yaşantım hareketlendi. Şöyle bir derleme-toparlama yazmam hayırlı olabilir. İsteksizliği attım sayılır, üşengeçliği de atarsam tamamdır... Onu yazmadan önce, bari ufak bir teaser yapayım. Üç yıllık bir aradan sonra yeniden Avrupa kapılarına dayandım bu sene, Akdeniz kıyıları odaklı olarak... Coming next: Barselona'dan kaç kilo döndüm? Coming soon: Cannes'a gitmek de nereden çıktı? Teaser foto: Barselona'da Sangria&Tapas

Fındık Kabuğunda Ceylan Ertem

Ayaklı Etkinlik Takvimi blogundan konser davetiyesi kazandım, konsere gittik Necibe'yle, sonra konser yazısı yazdım, o yazı da yine Ayaklı Etkinlik Takvimi'nde yayınlandı. Okuyun bence...

!f İstanbul 2010'un ardından...

Bir !f İstanbul daha geldi geçti hayatımızdan. Şehrimiz yine bağımsız filme doydu. Bendeniz de naçizane ne zamandır ağız tadıyla güzel bir Amerikan bağımsızı izleyemedim diye düşünerek kendime o yöne eğilen bir seçki hazırlayıp izledim. Buradan bakabilirsiniz. Sıradan, kısa kısa değerlendirelim: Kendi adıma açılışı Mary and Max ve Fantastic Mr. Fox'la yaptım. Bahadır Bey'le birlikte gerçekleştirdiğimiz bu "İki süper film birden" animasyon aktivitesinden memnuniyetle ayrıldık. Mary and Max , senaryosunun bir-iki yerde klişelere boyun eğmesinin haricinde ziyadesiyle keyifli bir filmdi. Aardman tarzı stop motion tekniğinin çocuksu yönünü yitirmeden, yetişkinliğin ağırlığını taşıyan bir film başarıyla kotarılmış. Fantastic Mr. Fox Fantastic Mr. Fox ise; Wes Anderson'a özgü absürdlüğüyle, zengin seslendirme kadrosuyla -George Clooney, Meryl Streep, Bill Murray...- ve özenle seçilmiş renk paletinin ruh kattığı kusursuz görselliğiyle adeta yağ gibi akan bir anim

4 Şubat 2010 TEKEL işçileriyle dayanışma eylemi

Hanımlar ve de beyler, Yarın, yani 4 Şubat 2010 'da Türk-İş, DİSK, KESK, Hak-İş ve Kamu-Sen’in ortak kararıyla 08.00-17.00 saatleri arasında, havayolları ve demiryolları gibi kritik sektörlerin de aralarında bulunduğu tüm işkollarında üretim duracak . KESK Genel Merkezi’nden yapılan grev çağrısında “Siyasi iktidar Tekel işçilerini pervasızca kapının önüne koyabileceğini, kimsenin onlara sahip çıkmayacağını düşünerek bu adımı attı. Tekel işçileri yıllardır süren bu karanlığa karşı bir meşale yaktılar. Bu meşalenin sönmesine izin vermeyeceğiz. Emekçilerin kararlılığını 4 Şubat Perşembe günü, 1 günlük dayanışma greviyle bir kez daha göstereceğiz” denildi. Detaylı bilgi. Duymuşsunuzdur, kazanılmış hakları gözardı edilerek kapı önüne konulan TEKEL işçileri 50 gündür eylemde. Başbakan da bu eyleme şu ana kadar tahammül gösterdiklerini, ay sonuna kadar sabrettiklerini söyledi. Kısacası, en geç ay sonunda insanca yaşama haklarını talep etmekten başka suçu olmayan işçilerin üzerine ine

Pazar sabahı keyfi...

"Uzun zamandır bu tarz bir pazar sabahı keyfi yapmamıştım" diye düşündüm bu sabah hafiften bir pazar sabahı keyfi yaparken. "Hafiften" dememin iki sebebi var, birincisi bunu düşünürken öğleden sonra olmuştu bile, ikincisi ise bunu düşündüğüm noktaya gelene kadar akşamdan kalmalığın ağır etkileriyle baş etmekteydim... 12 civarı artık daha fazla uyuyamayacağımı farkedince kalktım ve bir duş aldım. Evin her odasında uyuyan birileri olduğundan giyinip, kitabımı alıp yavaşça dışarı süzüldüm. Önce, neredeyse her akşamdan kalma pazar sabahımda yaptığım gibi börekçiye gittim. İlginçtir, ilk defa bugün börekçiye yalnız gittim. Daha önce evin geri kalanından daha erken uyandığım olmamış anlaşılan... Börekçide her hafta görmeye alıştığım keyifli garson bu hafta yoktu. Gençten, tıfıl bir çocuk aldı siparişimi ama o da aynı diğeri gibi, başka bir dilin dilbilgisinden ödünç alınmış gibi duran şu cümleyi mutfağa doğru bağırmaktan geri kalmadı: "Çay bir yap". Akşamdan

Bugün 19 Ocak...

...ve benim kalbim sıkışıyor üç yıl öncesini hatırladıkça. O kadar ki, artık bir şey söyleyemiyorum. Ancak, bir sene önce yazdıklarımı tekrarlayabiliyorum: 2 yıl oldu, ne oldu? İki yıl önce, 19 Ocak günü. Norveç'e geleli 13 gün olmuş, Türkiye'ye dönmeme daha beş ay var. Bunlar yetmezmiş gibi birtakım kişisel sebepler var: keyifsizim. Önce Ekşi Sözlük'te görüyorum, inanmak istemediğimden olsa gerek, inanamıyorum. Ntvmsnbc'yi açınca, mecbur, inanıyorum Hrant Dink'in katledildiğine. Bütün gün odadan dışarı adım atmıyorum. Akşama doğru kağıdı kalemi alıp bir mektup yazıyorum, bilinmeyen bir alıcıya. "Bu ülkeyi sevmek hiç bu kadar zor olmamıştı" diye yazdığımı hatırlıyorum pek çok şeyin arasında. "... ve bu ülkede bir şeylerin iyiye gideceğine dair umudum neredeyse tükendi". Bunu yazmak bana neredeyse elle tutulacak kadar keskin bir acı veriyor ama, görüyorum ki şu iki senede ne bu ülkede ne de benim hislerimde bir şeyler iyiye gitmiş. Bilaki