Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Geleneksel yılbaşı yazısı

Çocukken, ama bayağı çocukken ilkokuldan da evvel, annemin ofisine gittiğimde, annem beni oralardaki bir tostçuya götürürdü bazen. Muhtemelen ufak tefek bir büfeydi ama benim aklımda sadece tost kalmış, annem o yaşta sosisli yedirmiyormuş demek ki bana... Neden bilmiyorum o tostlar bana inanılmaz lezzetli geliyordu. Muhtemelen ortalama bir büfe tostundan pek bir farkı yoktu ama çocuk salaklığı işte, evde yediğinden farklı bir şey yiyince heyecanlanıyor... Az önce şöyle hafif acıkır gibi oldum, aşağı indim, köşedeki büfede bir tost yaptırdım. Yukarı çıkıp bilgisayar başında tostumu yerken aklıma yukarıda anlattığım hadise geldi. Gördüğünüz gibi tamamen anlamsız bir süreç. Tıpkı yılbaşı gibi (: Her ne kadar anlamsız olsa da insanda ufaktan bir heyecan yaratıyor şu yılbaşı hadisesi. Önceki yılların aksine, 2009 benim için çok da kötü bir yıl değildi. Sonlara doğru daha da iyiye gittiğini hesaba katarsam, 2010'a biraz keyifli ve heyecanlı girdiğimi söyleyebiliriz.. 2008'in aks

Birtakım fotolar

Hamburg 04 - St. Pauli Originally uploaded by bssenol flickr sayfama , 2007'de Norveç'ten dönerken yaptığım Avrupa seyahatim esnasında çektiğim fotoğrafların bir kısmını yükledim (Evet, iki buçuk yıl sonra...) Bir göz atın bari, setin tamamı şurada ... Şu yukarıdaki fotoğrafı da nedense pek sevdim, çok bir özelliği olduğundan da değil ama işte...

Ne içtiğimizi bilelim...

Coffee Drinks Illustrated Originally uploaded by twoeyes

25 Kasım 2009 KESK Grevi

Belki duymuşsunuzdur, bugün, yani 25 Kasım 2009 Çarşamba günü, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu grev yapacak. "Belki duymuşsunuzdur" diyorum, zira şu anda, yani greve saatler kala, Milliyet, Hürriyet, Habertürk ve Ntvmsnbc sitelerinin manşet kısımlarında grevle ilgili bir tane habere rastlamak mümkün değil. (Rastlayabileceğiniz haberler arasında şunlar var: Kaddafi'nin çadırı, kolonya kokusu yüzünden işini kaybeden TV sunucusu, modern zamanların en seksi reklamları, sonbaharda gidilecek yerler vb.) Vatan'ın sitesinde manşet kısmında ise, grev lafı geçmiyor ama "Yarın için tedbirinizi alın" başlığı mevcut, tıklayınca açılmayan bir sayfaya gidiyor. Ne hoş... Bir ara, öğleden sonra gibi, Ntvmsnbc'de başbakanımızın "Grev yasal değil" gibi bir açıklaması belirdi ama, şu anda o da görünmüyor... Hal böyle olunca, bu bloga yolu düşebilecek üç-beş kişinin bari biraz bilgisi olsun dedim. Arkadaşlar, yarın KESK greve gidiyor. (KESK'e ü

Ne düşünüyorum?

Deniz Hanım'ın son yazısından hareketle... Her sabah gardrobun karşısına geçip de ne giyeceğime karar verirken hayatın çok zor olduğunu düşünüyorum. Haliç'in üzerinden geçerken İstanbul'un çok güzel bir kent olduğunu düşünüyorum. Uzun bir süredir Kadıköy'e geçmediğimi düşünüyorum. Hayatını bir insan olarak sürdürmenin çok büyük bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Herhangi bir yemeği ellerimle yerken, milyonlarca yıllık evrim sürecine saygısızlık ettiğimi düşünüyorum. Genellikle "Keşke" diye düşünmüyorum, ama arada bir "Acaba" diye düşünüyorum. Yaşadıklarımdan çok şey öğrenmiş olsam da, hâlâ çok az şey bildiğimi düşünüyorum. Bir de, galiba artık yatsam iyi olur diye düşünüyorum...

Los Angeles ve Trabzon'un ortak noktası nedir?

Jasmine Crystal on flickr Los Angeles şehrine tepeden bakan HOLLYWOOD yazısını hepiniz bilirsiniz. Wikipedia sağ olsun bugün o yazıyla ilgili bilmediğim şeyler öğrendim: Meğerse yazı ilk olarak oraya o bölgede inşa edilen bir sitenin reklamı için konmuş ve ilk hâlinde HOLLYWOODLAND yazıyormuş. Bir buçuk sene orada durması planlanıyormuş ama Los Angeles'ta gelişen sinema endüstrisi sağ olsun, birdenbire meşhur olmuş yazı, orada kalmasına karar vermişler. 1949'da LAND kısmı sökülmüş, bugün bildiğimiz haline gelmiş. 1978'de 9 adet meşhur insanın bağışlarıyla yazı tamamen yenilenmiş, bütün harfler çelikten yapılmış ve her bağışçı bir harfin masrafını üstlenmiş ($27,777). 1932'de Peg Entwistle isminde bir aktris H'nin tepesinden atlayarak intihar etmiş. Bunlar ve bunlar gibi birtakım gereksiz bilgilere göz atarken, sayfanın altındaki "Taklitler" kısmına da baktım. Dünyanın 40 köşesinden HOLLYWOOD yazısını taklit eden şehirleri, kasabaları listelemişler. N

Hiç blogun doğum günü kutlanır mı allasen?

Şimdi, blogu 2007 Eylül'ünde açmışım. Bilenler bilir, bunalımlı dönemler tabii, yazmışım da yazmışım... Aradan bir sene geçmiş, sonra biraz daha geçmiş ben "Aa, lan blogu yazmaya başlayalı bir seneyi geçmiş" demişim . Onun üzerinden bir sene ve biraz daha zaman geçti, ben yine "Aa, lan blogu yazmaya başlayalı iki seneyi geçmiş" dedim. Neyse artık, birkaç yazı daha yazarsam 200. yazıyı kutlarım artık... Gerçi, nasıl kutlayacaksam... Doktor bu sabah antibiyotik verdi, bir hafta alkol yok. Blogun ikinci yılı şerefine Mark Knopfler'dan gelsin o halde:

Skeptic Schizophrenic

Geçen gece rüyamda şizofren olduğumu gördüm. Rüya esnasında sahiplendiğim kişilik şu anki kişiliğim olan Sarper karakteriydi ve her nasılsa sahip olduğum diğer kişiliklerin yan karakterler olduğunun, asıl kişiliğimin Sarper olduğunun farkındaydım. Sonra rüyamda şunu sorguladım: "Ben eğer şizofrensem, nasıl Sarper karakterinin asıl kişiliğim olduğundan emin olabiliyorum ki?" Sonra uyanmışım...

God is an Astronaut

Dün akşam God is an Astronaut konserine gittim. Konser hakkında yazacak çok bir şeyim yok. GIAA belki de yıllardır dinlediğim en yeni ve iyi müziği yapıyor. Alper'in de dün akşam dediği gibi, "Daha önce dinlediğim hiçbir şeye benzemiyor" ve çok güzel. Konser performanslarının da bundan aşağı kalır yanı yoktu açıkçası. Sahnede kaldıkları süre 1:30 saatten daha uzun değildi ama o kısa sürede, izlediğim en iyi konserlerden birini izledim. Konser boyunca ekrana yansıttıkları görüntüler var ki bu görüntülerin konser performansındaki etkisi müziğinkine yakındır diyebilirim gönül rahatlığıyla. Görüntülerin müzikle olan uyumu zaten takdire şayanken, grubun çalmasıyla görüntüler arasındaki senkronizasyonun bir an bile -bak an diyorum- kaymaması gruba olan saygımı kat be kat artırdı... Aşağıdaki şarkının adı Fragile, konserde de gösterilen görüntüler eşliğinde... http://www.youtube.com/watch?v=V2lA7Oyv864 GIAA biraz daha popüler olsaydı keşke diye düşündük. Belki o zaman;

Bir fincan kahve hakkında kırk dakika konuşabilirim...

Kahvaltıdan sonra Çimen , ev arkadaşım ve kardeşinden ayrılarak eve döndüm. Niyetim, dün başladığım blog yazısını bitirmek ve biraz da ortalığı temizlemekti. Başta niyet ettiğimden daha fazla ortalığı temizledim, blog yazısını hâlâ bitirmedim, umarım yarın bitiririm. Kendime kahve yapayım dedim, kahve makinesini de temizledim. Kahve sürahisini yıkadım. Hazır elim değmişken filtrenin olduğu kısmı da yıkayayım dedim. Makineyi temizledikten sonra damacanadan su almak için eğildiğimde evde su kalmadığını fark ettim. Erikli'yi aradım, dört defa bir tuşuna bastım, telesekreter en kısa zamanda suyun elime ulaşacağını söyleyip kapattı. Kahve içemeyince odama döndüm. Eski ajanstan arkadaşlarla mail trafiğine girmiştik bir taraftan, bugün çalışıyorlardı, "Taksim'e geçerken uğrayayım, bir kahve içelim" dedim, "Tamam" dediler. Temizliğe devam ettim. Bir buçuk, iki saat kadar sonra kapı çaldı, gelen Erikli'ydi. Suyu aldım, mutfağa yuvarladım, açtım, pompayı taktım

Dünyanın tüm kısa blog yazıları, birleşin!

Sabah metroda ayaktaydım, bir an dalmışım, kulağımda Alanis Morisette'ten tekdüze bir şeyler çalıyordu ve bana sanki saatlerdir o metroda aynı şekilde gidiyormuşuz ve sonsuza dek hiç durmadan devam edecekmişiz gibi geldi. Metro çok acaip bir şey, hayattan soyutlanmış gibi... Taksim'de çalışmanın en keyifli yanlarından biri de, öğlen Mercan'a gidip kokoreç-midye yiyip yanında da bir bira yuvarlama özgürlüğüymüş... Dün filmekimi'nde gittiğim film galiba son yıllarda izlediğim en sıkıcı filmdi. 90 dakikalık filmden adamların hiçbir şey yapmadan bir yerlere baktığı kısımları çıkarsan film 30 dakikada biterdi. Öyle ki, bu filmin yanında bir Nuri Bilge Ceylan filmi Disney yapımı gibi kalır... "Sen o tarafa bak, ben de biraz bu tarafa bakayım..." Filmin ne olduğunu da söyleyeyim tabii, Valhalla Rising . Epik bir Viking filmi... Galiba tek artısı, Vikingler'le ilgili bilumum dandik klişeden uzak durmasıydı (Boynuzlu kasklar, kürklü mürklü kıyafetler gibi). Baş

Filmekimi ilk gün:
Looking for Eric ne de güzelmiş...

Malumunuz, Filmekimi başladı dün itibariyle. Bendeniz de, "Hastasıyım film festivallerinin" nidasıyla ilk günden iki filmle yaptım kendi açılışımı. İzninizle bu iki filme dair izlenimlerimi sizlerle paylaşmak isterim. İlk filmimiz Duncan Jones'un yazıp yönettiği Moon isimli bilimkurgu. -bilimkurguyla ilişkisini yıllar önce kesmiş olanlar dilerlerse bu noktada ikinci fotoğrafa kadar scroll down yapabilirler.- Filmin konusu kısaca şu: Kahramanımız Sam Bell'in Ay yüzeyinde enerji toplayıp bu enerjiyi dünyaya gönderen Lunar Inc. isimli bir şirketle üç yıllık bir sözleşmesi vardır ve görevi Ay yüzeyindeki üste tek başına yaşayarak araçların düzgün çalışmasını sağlamak, gerektiğinde bakımlarını yapmaktır. Film, Bell'in sözleşmesinin bitmesine 2 hafta kala başlar ve olaylar gelişir. Film, son dönemlerin ana akım bilimkurgu yapımlarındaki görsel efekt ve patlamalarla süslenmiş olan bayağılığın aksine, $5 Milyon'luk mütevazı bütçesinin -Karşılaştırma yapabilmek

Sonbaharsal sinema yazısı...

Ekim ayının ilk yazısını yine sinemaya ayıralım bakalım. Aslında bu yazıyı geçen hafta perşembe yazmayı planlıyordum ama yapamadım. Bu haftayaymış, sağlık olsun. Öncelikle son iki haftada izlediğim vizyon filmlerinden bahsedeyim izninizle. Geçen hafta Sadun ve Alper Beyler'le "The Surrogates 'ı izledik. Aksiyon dozu çok yüksek olmayan, buna rağmen Bruce Willis'li bir aksiyon filmine yönelik beklentileri karşılayan, bilimkurgu sevenleri üzmeyecek, seyir keyfi yüksek bir filmdi. Belki biraz hikaye akışının hızlı olmasından şikayet edilebilir... "Hocu, buna bi PlayStation bağlayalım, manyak PES oynarız valla..." Dün ise yine Alper Bey'le, Gamer 'ı izledik. Beklentilerimin ziyadesiyle altında kaldı. Manasızca hızlı geçen bir kurgu filmde izleyiciye nefes alacak yer bırakmamıştı. Neredeyse bütün planlarda kameranın hareketli olması ve oyuncuların suratlarına çokça yaklaşılması filmi izlemesi yorucu bir hale getirdiği gibi, senaryo da bunu karşılayacak

Zaman yolculuğu deyince, zaman yolculuğu o kadar kolay değil...

Şimdi efendim, malumunuz zamanda yolculuk zor bir iş. Gerçek hayatta henüz bunu yapamadık belki ama gerek hikayelerde romanlarda olsun, gerekse filmlerde dizilerde olsun sık sık karşılaşıyoruz zamanda yolculuk fenomeniyle. Şimdi burada, H. G. Wells'in Time Machine 'i yazmasından beri az-çok oturmuş birkaç kural var, gavurun ground rules dediğinden. Bunlardan bir tanesi de, zamanda yolculuk edilirken mekanın sabit kalması. Time Machine romanını hatırlarsanız, kahramanımızın önce binlerce, ardından da milyonlarca yıl geleceğe gittiğini ancak makinesinin romanın başında durduğu noktadan ayrılmadığını, dolayısıyla da kahramanımızın gelecekte ziyaret ettiği yerin de hep Londra olduğunu hatırlayacaksınız. Benzer şekilde, Back to the Future filminde de kahramanlarımız zamanda ileri-geri seyahat ederken hiçbir coğrafi değişiklik yaşamazlar ve sürekli Hill Valley Kasabası'nın farklı zaman dilimlerindeki hallerine ulaşırlar. Peki soruyorum size: zaman yolculuğundaki konum bilgis

Rakı şişesinde odun olsam...

Rakıdan bahseden bu yazının, biradan bahseden yazının hemen arkasından gelmesi aslında tesadüfen oldu. Ama düşünmeye başladım, acaba tematik blog mu yapsam diye... Geçen yazıda olduğu gibi rakıdan, onu ne kadar sevdiğimden ya da farklı rakı markalarından bahsetmeyeceğim bu sefer. Aksine, hem bir reklamcı hem de bir vatandaş olarak beni ziyadesiyle rahatsız eden bir tarafından tutacağım konuyu: Medyada görmüş olabilirsiniz, Tütün ve Alkol Pisayası Düzenleme Kurulu'nun (TAPDK) kararıyla artık alkollü içecek reklamlarında, alkollü içeceğin herhangi bir gıda ile ilişkilendirilmesi yasaklandı. Yani, biranın yanında patates gösteremeyeceksiniz ilanınızda. Rakı-Balık diye bir ikili de artık yok mesela -Rakı-BoşMasa olur ama- ... Haddim olmayarak Orhan Veli'nin meşhur dizesine müdahale ettim ben de. Neme lazım, yakında rakı şişesinde balık olmak da yasaklanır, ben elimi çabuk tutayım dedim. Yeni Rakı'nın konuyla alakalı iki adet şahane -ayakta alkışlanası- ilanına bakmadan e

Beer is proof that God loves us and wants us to be happy*

Şurada teaser'ını yaptığım yazıyı anca yayınlayabildim. Bu yazı 11 Temmuz 2009 tarihinde, 17:45 sularında kaleme alınmıştır. Benimle belli bir süre vakit geçirme şerefine nail olabilmiş dostlarımın hiçbiri, benim biraya olan sevgimin yoğunluğuna itiraz edemez diye düşünüyorum. 2005 Haziran’ında birlikte bir Brüksel seyahati gerçekleştirdiğim dostlarım buna en yakından şahit olmuş insanlardır. Dün akşam, bahsi geçen bu dostlardan biri olan, kadim dostum Emre ’yle oturup ikişer bira içtik Don Kişot ’ta (Tamam, ben 3 tane içtim). Daldan dala atlayan muhabbetimizin bir kısmında da biralardan laf açıldı. Bugün, uzun bir aradan sonra yazdığım ilk blog yazısının konusunun ne olacağını düşünürken aklıma biradan bahsetmek geldi. Şöyle bir hayatımda yer etmiş biraları düşünüyorum da; hepsi, kimi iyi kimi kötü -çoğu zaman iyi- zamanların setinde yer almışlar. Liste uzun, aklıma geldiği sırasıyla: Efes Pilsen , Efes Dark , Mariachi , Tuborg , Carlsberg , Jacobsen , Hansa , Guinness , Astr

Rock'n Coke'a gideriken...

Masamın yanında çantam, uyku tulumum, matım ve çadırım hazır olarak duruyor... Akşam Sadun Bey , Sedef Hanım ve Bahadır Bey 'le birlikte Rock'n Coke yollarına düşüyoruz... Etkinlik boyunca twitter ve flickr kullanmayı planlıyorum. ( "İkisini ayrı ayrı takip etmekle uğraşamam ben!" diyenleri friendfeed 'e alalım...) Belki facebook 'a da biraz fotoğraf atarım. Belki de atmam, hatta muhtemelen atmam... Ha tabii belli mi olur, belki de hiç uğraşmam, hiçbir yere hiçbir şey göndermem (:

İzmir'de bi' şeyler oluyor!

Şimdi efendim, gün geçmiyor ki aklımıza bir soru takılmasın... Vay efendim "Triband neydi?" , yok efendim "LED nedir? Yenir mi, içilir mi?" . Şimdi 3 tane genç var: Aslı, Emin ve Mert. Bunlar işte bu sorulara ellerinden geldiğince cevap veriyorlar. Birinden birinde doğru cevap var, hangisinde olduğunu bulmak da size kalmış artık... Bu İşte Bi' İş Var! Uzun lafın kısası: Chuck'taki Buy More var ya, işte onun orijinali olan Best Buy , Türkiye'deki ilk mağazasını yıl sonunda İzmir'de açıyor. Best Buy, Güleryüzlü ve yardımsever satış elemanları (a.k.a. Mavi Tişörtlüler) bulabilsin diye de biz böyle bir şey yaptık. Elimize sağlık...

16 yıl önce...

16 yıl önce bugün bu ülkede 33 kişinin diri diri yakıldığını hatırlıyor musunuz? İtfaiyeler gelmek bilmiyor. Oysa biraz önce taş atan güruh çoktan ateş altına almış oteli. Pir Sultan Abdal'ın heykeli vinçle yerinden sökülüyor, ağızlarından cehalet, yobazlık, gericilik köpükleri saçan grup, şimdi o heykeli iplerle bağlayarak çığlıklarla sürüklüyor, cadde boyunca. Sivas, tarihinin utancını yazıyor o sırada. Meraklı bakışlar, geç gelen itfaiye ve içerde cayır cayır yanan Behçet, Hasret, Metin, Asım, Nesimi ve şenlikler için gelen onca aydın yürekli insan. "Etrafta et kokusu var" diyor, spiker, dehşet dolu gözlerle. ( yazının tamamı ) Bir sene önce de şöyle bir şeyler yazmışım... Bu da sadece iki gün öncesinden bir hadise... Bu ülke sanki her geçen gün daha ruh karartıcı bir yer oluyor...

Dünya Çin olsun!

Çin bloklama çılgınlığında Çin, Tiananmen Meydanı olaylarının yaklaşan yıldönümü öncesi Hotmail, Twitter, YouTube ve Flickr gibi belli başlı sitelere erişimi engelledi. Haberin tamamı Ah şu Çinliler... Ne işleri varsa elalemin sitelerinde...

Biri Ulaştırma Bakanı'nı sansürleyebilir mi lütfen?

Bakan Yıldırım'dan Youtube'a: Ne işimiz var elalemin sitesinde Atatürk'e hakaret içeren video nedeniyle 5 Mayıs 2008'de yargı kararıyla kapatılan Youtube'un yöneticileri, bir yılda hiçbir gelişme olmayınca Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'dan randevu istedi. (...) Türkiye’nin kendi video paylaşım sitesini kurmasını öneren Yıldırım, “Ne işimiz var elalemin sitesinde?” dedi. Haberin tamamı Şimdi ben bu adama içimden geçenleri söylesem hakaret davası açılır hakkımda... Sanki benim muhakeme yeteneğimi hiçe sayıp internetimi sansürlemek hakaret değilmiş gibi... Aşağıdaki boşluk, dile getiremediğim hissiyatımla doludur, dikkatlice okuyunuz...
Ortaokul din derslerinde insanın inanmaya ihtiyacı olduğu öğretilirdi... Eğer öyle bir ihtiyaç varsa belirtiyorum ki ben Iron Maiden'a inanıyorum...

Çeşitli takıntılarım vardır

Mesela, browser'ımda en soldaki sekmede Gmail, onun yanında da Ekşi Sözlük açıktır her zaman. İlk iki sekmede başka bir şey olursa rahat edemem, huzur bulamam...

Film Festivali'nin ardından bakakaldım tıpkı bir tavşan gibi...

Bu yazı güzel bir dostun öğretisini takip etme hevesiyle, mürekkebin kağıt üzerinde bıraktığı izlere duyulan özlem, hayranlık ve tutkuyla karışık samimiyet hisleriyle harmanlanarak kaleme alınmıştır. -kağıt kalem kullandım yani (: - Geçen yazıyı yazmak için bilgisayar başına oturduğumda aslında niyetim bir gün önce veda ettiğimiz 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali hakkında üç-beş kelâm sarf etmekti. Gelin görün ki, yazma alışkanlığıma hükmeden düzensizlik fenomeni buna izin vermedi. Bu sefer kararlıyım, buyurun festivalde izlediğim filmlere: Bu sene ilk olarak, Aykan Bey -o şimdi asker- sayesinde muhabbetine nail olduğumuz saygıdeğer insan Sanem Hanım'ın katkılarıyla, Der Baader Meinhof Komplex 'i izledim. Almanya'da, Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun 1967-1977 arasında düzenlediği terör eylemleri etrafında şekillenen filmin pek çok başarılı yönünden iki adedini belirteceğim: Film her ne kadar eylemcilerin kendileriyle ve amaçlarıyla bir sempati kurmamıza izin vers

Naftalin yerine anı kullanıyos biz... (Daha ucuza geliyo)

İki hafta önceki yazıda genel bir dağınıklık hâlinden bahsetmiştim. Öyle ki, artık basit şeyleri yapmayı unutmayayım diye kendime not almaya başladım bugün. Aslında unutmaktan ziyade, " gözümün önünde durup beni rahatsız etsin de yapayım " düsturuyla not almaya başladım. Not dediğimi de cep telefonuna alıyorum bu arada, gözümün önünde ya (: Bugün için aldığım iki not vardı. İlki ortalıktaki kıyafetleri toparlamak ve bisiklet kıyafetlerini yıkamaktı. Kıyafetleri toparladım ve yıkanacaklar da şu anda yıkanıyor. Hatta arada artık giymediğim şeyleri de dolaptan çıkarayım diye düşünüp o işe giriştim, ama Emre sağ olsun " Abi, bu çok güzelmiş, çok yakıştı sana " lafları arasında anca parçalanmış bir pantolondan kurtulabildim, başka da bir şeyi çıkartamadım dolaptan... " Artık atarım bunu " dediğim bir gömleğim vardı ama Emre o kadar övdü ki gömleği, öyle bir gaza geldi ki, neredeyse üstüne para verip tekrar satın alacaktım on senelik gömleğimi. Bir taraftan d

Arnavutköy sahilinde uyuyasım geldi

Bisikletle çıktım sabah, kondisyonumun düşük olduğunu tahmin ettiğimden çok uzatmayayım dedim, Kuruçeşme'ye kadar gittim, dönerken de Arnavutköy sahilinde bir banka oturdum... Hala da oradayım. Resmen burada böyle güneşin altında uyuyasım geldi, tatildeymişcesine... Annemleri aradım, Bodrum'a gitmişler onlar da...

Kendimi kaybettim, hükümsüzdür...

Bir süredir genel olarak kafam pek dağınık, yoğun çalışmanın getirdiği genel bir yorgunluk hali olsa gerek... Önceki hafta bir akşam banka kartımı kaybettim, bu hafta da bir akşam -nasıl becerdiysem- telefonun kılıfını kaybettim. Muhtemelen bu ikisini de takside düşürdüm. Çalışmaya başladığım ilk haftalardan birinde de laptop'ı bırakıyordum az kalsın bir takside... Olur da bir gün gizemli bir biçimde ortadan kaybolursam beni taksilerde arayın (:

Haftasonundan notlar...

Dün bisiklete bindim aylar sonra ilk defa. Hamlamışım, Levent'e kadar bile nefes nefese kaldım. Fren-vites bakımı yaptırdım yeni sezon öncesi, bir de yağ aldım zincir için. Japonca dersinde geçen hafta bozulan imajımı düzeltmeye yönelik çalıştım, metalci oldum. Kuzguncuk'a gittim, yıllar sonra İsmet Baba'da rakı-balık yaptım. Beşiktaş'tan Üsküdar'a geçerken dışarıda oturdum. Bir pazar sabahı 9'da kalktım. Hisar'da kahvaltı ettim. Daha sonra da Bebek'te güzel havadan istifade ettim. Bebek'ten eve yürüdüm, yoruldum. Oda üstüme üstüme geldi, toplamaya giriştim. Yarıda kaldı. Levent'te metroyu beklerken garip şeyler oldu. Tren geldi, platformun başında durdu, bekledi, sonra geri gitti. Vakit ve motivasyon eksikliğinden bu sene bir türlü bilet alamadığım Film Festivali'nde eş-dost sağ olsun bir film izledim. TTNET'in Gülse Birsel & Özkan Uğur'lu reklamlarının arkasında yatan stratejiyi çözdüm: "Nasıl olsa kimse TTNET'i sevmiy

Hafif Türk Musikisi dinledim bu haftasonu...

Geçen hafta perşembe günüydü. Evvelki günlerde gece yarısı civarında çıktığım ajanstan 20.00 civarında çıkmış, eve gitmeden önce Kanyon civarında takılıyor idim, belki cep telefonundan Cemile'ye ulaşır da yakınlardaysa bir akşam yemeğine ikna edebilirim düşüncesiyle -Ulaştım ama yakınlarda değilmiş- . D&R'de gezinirken, bir süredir aklımda olan 3 adet CD'ye gözüm takıldı, alayım dedim, aldım. Gelin görün ki bu CD'lerden beklediğim verimi alamadım takip eden günlerde. İzninizle, görüşlerimi paylaşayım: Nil'in yeni albümü Nil Kıyısında 'dan başlayalım. Bir önceki albümünü bayağı sevmiştim, dolayısıyla beklentilerim de yükselmişti. Bu albüm, önceki kadar iyi gelmedi bana. Yine keyifli, buna şüphe yok. Ancak önceki kadar etkileyici melodiler ve sözler bulamadım. Özellikle sözler, " Nil tarzı samimiyet " ile " tamamen deli saçması " arasındaki sınıra yaklaşmış gibi geldi. Sonuç olarak yine de güzel, keyifli, favori şarkım: "Aşkımız her

Bir şişe dolusu...

Elini korkak alıştırma meyhaneci, Doldur rakıyı. Şu Yeni Rakı kadehlerinin üstündeki yazı yok mu, Oraya kadar doldur rakıyı. (Varsa bir tane de buz atıver) Bir parça da peynir kes. Çok özenme ama, bana değmez. Öyle zeytinyağıyla-kekikle falan uğraşma. Kabaca kesilmiş bir parça yeter bana. (Buz n'oldu?) Rakıyla peynirle baş başa bırak beni meyhaneci. Gayrı benden sana hayır gelmez. Olur da yarın akşama sağ çıkarsak, Bir şişe daha açarsın be meyhaneci... Açarsın di mi? Aykan 'a özendim, şiirimsi yazdım...

Bir başka film karesi

Hatırlar mısınız, Fatih Akın'ın Duvara Karşı 'sında hatunun elemana -karakter isimlerini hatırlayamamak- rakı sofrası kurup CD çalara da Ağır Roman'ın film müzikleri CD'sini koyduğunu? Vurgun çalmıştı yanlış hatırlamıyorsam...

Prensiplerim vardır!

Rakı içerken kadehleri tokuşturup bir yudum aldıktan sonra kadeh tokuşturmadığım birisi çıkarsa onunla kadehimi tokuşturduktan sonra illaki kadehimi dudağıma götürürüm...

Kısırdöngü

Şu tarz kısırdöngüleri çok seviyorum: "Post-it al" diye not yazmak istemek ama Post-it bittiğinden yazamamak... Para biriktirmek için kumbara almak istemek ama kumbara olmadığından kumbara alacak parayı biriktirememek...

Fotoğraf denklemi

Hani, bir fotoğraf bin kelimeye bedeldir derler ya, bu galiba şu anlama geliyor: bir fotoğraf aslında bin kelime gücünde bir sessizliktir... Çok felsefî oldu sanki gece gece...

Çeşitli social networking hadiseleri...

Blogun eski okuyucuları hatırlar, facebook 'a neden girmediğimi anlatan bir yazı yazmıştım bir yıl kadar önce. Gelin görün ki, yaklaşık 4 aydır bir facebook kullanıcısıyım. Malumunuz internetle daha da bir içli dışlı oldum ajansta çalışmaya başladığımdan beri. Facebook kullanmaya başlamamın asıl sebebi de bu oldu zaten. Diğer taraftan da, yeni çağın sosyalleşme anlayışının ne yönde seyrettiğini görme yönündeki merakım da itici bir kuvvet görevi üstlendi. Velhasıl-ı kelam, bu sosyal ağlarla haşır neşir olmaya devam ettim. Efendim Last.fm , Delicious derken yaklaşık iki hafta evvel bir twitter hesabı da açtım. Microblogging yapıyorum işte. Gerçi takip edenlerim ve ettiklerim genel olarak ajans içinden ama olsun, belki zamanla kullanan sayısı artar. Bir de Neil Gaiman var takip ettiklerim arasında. Ulan yazar dedik, bağrımıza bastık, adam akşam akşam resmen spam yaptı. Yahu, 3 saatte 13 defa status mu değiştirilir?! Neyse, nihai emelim sanal alemdeki sosyal varlıklarımı bir ara

12 Şubat akşamı bir film izledim...

Dün ajansta motor yağlarından bahsederken konu döndü dolaştı ve saygıdeğer iş arkadaşım Aycan Bey bir film tavsiye etti bana. Kendisinin tavsiyesine uyarak filmi izledim. Cashback , İngiliz yapımı bir film. Ziyadesiyle keyifli. Film, anlatım biçimi dediğimiz şeyin ne kadar önemli olduğunu gösteren en güzel örneklerden biri benim nazarımda. Zira, hikayeye, olay örgüsüne ve karakter gelişimlerine baktığınızda bir salı akşamı TV'de yayınlansa kanal değiştirtecek kadar klişe bir hikaye varken film, bu hikayeye "zamanı durdurma yeteneği" gibi doğaüstü bir özelliği gayet dozunda ve tadında ekleyerek seyir keyfini sekize katlıyor. "Bu filmi bugüne kadar neden ben duymamışım?" diye hayıflandım ilkin. Sonra gösterime girdiği tarihe baktım: Mayıs 2007 imiş. Yani benim Norveç'e gidip bir nevî kendi hayatımda zamanı durdurduğum dönemmiş. Tabii dönünce zamanın aslında durmadığını insan görüyor. Zira değişmeyen tek şey değişimin kendisidir ve aynı nehirde iki defa

İki nokta arasındaki en kısa mesafe

İki nokta arasındaki en kısa mesafenin bir çizgi olduğunu zannedenlere İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu hafta tokat gibi bir cevap verdi: iki nokta arasındaki en kısa mesafe üç çizgi de olabilir. Nasıl mı? Bakalım... Efendim malumunuz, Büyükşehir bir süredir Taksim - 4. Levent metro hattını Taksim yönünden Yenikapı'ya, 4. Levent yönünden de Ayazağa'ya uzatmak için çalışıyor. Bu minvalde yapılan çalışmalar nihayet sonuç verdi ve Taksim tarafında Şişhane istasyonu, 4. Levent tarafında da İTÜ ve Atatürk Oto Sanayii -O değil de, bir oto sanayii sitesinin isminin Atatürk olması hakkında ne desem bilemedim- İstasyonlarıyla uzadı. Bir başka deyişle, artık Şişhane'den Maslak'a kadar uzanan kesintisiz bir ray mevcut. Peki bu, Şişhane'den Maslak'a kadar kesintisiz bir metro hattı olduğu anlamına geliyor mu? Hayır. Şu anda Şişhane'den Maslak'a gitmek için öncelikle Şişhane - Taksim hattını kullanarak Taksim'e geçmeniz, orada tren değiştirip alışık olduğumu

Çeyrek asırlık tecrübe

Bir başka doğumgününü daha geride bıraktık sevgili okurlar. Bundan sonra adımın altına "Çeyrek asırlık tecrübe" yazmaya karar verdim, haberiniz olsun. Bu arada, "Kalitenin adresi", " [insertproducthere] bizden sorulur", "46 yıllık tecrübe" gibi gudik sloganları ben çok seviyorum. Çalışma arkadaşım Ozan-San'ın blogunda bu minvalde hazırlanmış Gültepe tabelaları derlemesine bir göz atınız . Yeni yaşıma, bir öncekine göre daha göbekli girdim ve açıkçası kestiğim 3 adet pasta da bu gidişi destekler nitelikte oldu. Sanırım önümüzdeki sene doğumgünümde eti form kesmek zorunda kalacağım... Her neyse, başta cumartesi akşamki harikulade partiyi organize eden Cemile olmak üzere katılan ve de uzaktan kutlayan herkese teşekkürler. Eksikliği şiddetle hissedilen iki kişi oldu -onlar kendilerini bilir- , acısını bilahare çıkarırız. Neyse, ben kaskımı takıp çalışmaya devam edeyim...

Hur lång är en kotunga?
ya da
Bir geyik silsilesi

Her şey şu fotoğrafla başladı. Benim gibi bir İskandinavyasever olan ve İsveççe'ye özel bir ilgi besleyen Sedef Hanım'a gösterdim fotoyu. Sedef Hanım, Google Translate aracılığıyla kutuda yazanları çevirdi: Is it true that farmers are working on Christmas Eve? How long is a kotunga? From the nipple will cream? Are the stupid questions? No! Tepedekiler de: nipple cream? cheese nipple? butter nipple? glass teat? Öğle yemeğinden dönene kadar Kotunga'nın ne olabileceğini düşündük. Merakımıza daha fazla dayanamayarak Yahoo! Answers'a sorduk. 20 dakika sonra cevap geldi: Kotunga inek dili demekmiş. Bu bilgiyi alıp rahatladıktan sonra Kotunga kelimesine ve her şeyi başlatan o fotoğrafa duvarımızda yer vermeye karar verdik. Yapımda ve yayında emeği geçen herkese -başta fotoğrafın sahibi Cansu hanım olmak üzere- teşekkürler...

Yes Man!

Dün akşam ajanstan çıktıktan sonra biraz arkadaşlarla takıldık Kanyon'da. Sanırım bir Stockholm sendromu yaşıyoruz ajansla ilgili. Bir noktadan sonra çok uzaklaşamıyor, sosyalleşmek için anca Kanyon'a kadar gidebiliyoruz. Her neyse... Geçtiğimiz hafta biraz yoğundu. "Biraz" derken neyi kast ettiğimi şöyle özetleyeyim: 21 Ocak Çarşamba sabahına yetiştirmemiz gereken büyük çaplı bir iş için 8 günlük bir süreçte haftasonu dahil günlerce üstüste sabahlayıp, son 3 günü 3 saatlik uykuyla geçirmek. Çarşamba sabahı ajanstan çıktığımda 48 saattir hiç uyumamış bir haldeydim. Levent'te bir büfeden su alayım dedim ama zihin normal fonksiyonlarını yerine getirmekten aciz bir hâlde olduğundan şöyle bir sahne yaşandı: 1. Parayı tezgâha koydum 2. Adam suyu tezgâha koydu 3. Ben parayı tezgâhtan aldım 4. Para benim elimde olacak şekilde bir süre bekledik 5. Paranın benim elimde olmasının mantıksız olduğunu fark edince parayı tekrar tezgâha koydum 6. Adam suyu hafifçe bana d

2 yıl oldu, ne oldu?

İki yıl önce, 19 Ocak günü. Norveç'e geleli 13 gün olmuş, Türkiye'ye dönmeme daha beş ay var. Bunlar yetmezmiş gibi birtakım kişisel sebepler var: keyifsizim. Önce Ekşi Sözlük'te görüyorum, inanmak istemediğimden olsa gerek, inanamıyorum. Ntvmsnbc'yi açınca, mecbur, inanıyorum Hrant Dink'in katledildiğine. Bütün gün odadan dışarı adım atmıyorum. Akşama doğru kağıdı kalemi alıp bir mektup yazıyorum, bilinmeyen bir alıcıya. "Bu ülkeyi sevmek hiç bu kadar zor olmamıştı" diye yazdığımı hatırlıyorum pek çok şeyin arasında. "... ve bu ülkede bir şeylerin iyiye gideceğine dair umudum neredeyse tükendi". Bunu yazmak bana neredeyse elle tutulacak kadar keskin bir acı veriyor ama, görüyorum ki şu iki senede ne bu ülkede ne de benim hislerimde bir şeyler iyiye gitmiş. Bilakis...